Kaç kellenin düşmesi sizi rahat ettirir?

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Danton’ya filan gönderme yaparlardı... Hani, “devrimin selameti için gerekirse 100 bin kellenin kesilebileceğini” söyleyen Fransız devrimci Danton...

Bizim devrimciler ise, “İhtimal ki bazı kelleler gidecek” diyordu.

Gitti nitekim...

Mebzul miktar kelle gitti de, devrimleri “oturtabildik” hayırlısıyla...

Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı, “Devrimlerde şaşılacak kadar az kan dökülmüştür çocuklar” diyordu öğrencileriyle konuşurken... Bunu yazıyordu da... Şaşılacak miktarda kan dökülmüş olmasını “bizimkilerin” merhametiyle açıklıyordu.

Doğru olabilir...

Bizimkiler Danton’dan daha merhametli çıkmış olabilirler.

Bunu, “burjuva demokratik devrimi” diye sallayan şanlı sol kanaat önderlerine sormak lazım... Merhametli miymişler gerçekten?

Şunu da cevaplamaları lazım:

Hangi “burjuvaziyle” hangi devrimi gerçekleştirdin muhterem?

Senin “burjuva demokratik devrimi” dediğin şey bir “kast kalkışması”dır... Parlamento içindeki bir kast galebe çalmış, devleti oluşturan mekanizmaları ele geçirmiş, sonra da İstiklal Mahkemeleri’ni devreye sokarak, kafasındaki değişim programını dayatmıştır...

Hülasa...

Devrimler (olmayan) burjuvazinin değil, İstiklal Mahkemeleri’nin, yani Kel Ali’nin başarısıdır...

Kışlalı’nın iddia ettiği gibi, şaşılacak kadar az kan dökülmemiştir...

Bilakis çok kan dökülmüştür...

Ne miktarda kan döküleceğine de “yargı” (yani Kel Ali) karar vermiştir.

Bu girizgâhı niçin yaptım?

Sözü, mümtaz bir yazarımıza getirmek için...

Mümtaz yazarımız, bir yazısında, “Kılıçlar inecek, bazı kelleler düşecek... Gelin yargının buz gibi aklına teslim olun” diyordu.

Bu ifade bana Danton’yu hatırlattı nedense... Neden acaba?

Danton, “Devrimin selameti” diyordu.

Mümtaz yazarımız ise, “temiz toplum için” diyor.

Kendimizi yargının buz gibi aklına teslim etmeliydik, hakkımızdaki nihai kararı o akıl vermeliydi.

Dolayısıyla, yolsuzluk yapmakla suçlanan politikacılar da, (Recep Tayyip Erdoğan ve avenesi) yargı süreçlerini tıkamayı bırakmalı, “temiz toplum için” kendilerini yargının buz gibi aklına teslim etmeliydiler... Haklarındaki verilecek kararı kuzu kuzu beklemeliydiler. Kılıçlar inmeden, bazı kelleler düşmeden bu iş temizlenmezdi.

İyi hoş da, sorun da burada başlıyor işte...

Mümtaz yazarımızın “buz gibi” diye tavsif ettiği “yargı aklı”, o kadar da nesnel ve buz gibi değil...

Nasıl derler?

Biraz problemli bir akıl...

Hukuktan hoşlanmayan bir akıl...

Güç karşısında kırılan bir akıl...

İdeolojik zaruretlerden kaynaklanmayı itiyat edinmiş ve “evrensel hukukla” ilişkisini dondurmuş bir akıl...

Kendimizi kuzu kuzu teslim etmemiz söylenen o “buz gibi” yargı aklıyla bu ülkede neler yapılmadı ki!

Başbakanlar mı asılmadı?

Sıkıyönetim Mahkemeleri mi ihdas edilmedi?

Darağaçları mı kurulmadı?

Darbeler mi yapılmadı?

Muhtıralara kol kanat mı gerilmedi?

Düşünce ve inanç özgürlüğünün önünde set mi olunmadı?

Mümtaz yazarımız, daha iki yıl önce, niçin bu yargı zihniyetini aşmamız gerektiğini yazıyordu ballandıra ballandıra... (Bu konuda tafsilatlı bilgiyi, Ahmet Taşgetiren’in dünkü yazısında bulabilirsiniz...)

Ne oldu da, aşmamız gereken o “arkaik zihniyet”, birdenbire “buz gibi yargı aklına” dönüştü?

Evet, ne oldu?