Kahrı değil selameti isteriz

Berkin Elvan için üzülürken, cenaze gününde bir ölüm haberiyle daha sarsıldık, Burakcan Karamanoğlu da vurulmuş... Polis Ahmet Küçüktağ’ın acı haberiyse Tunceli’den geldi. Allah rahmet eylesin, ailelerine sabır, milletimize sekinet versin. Hepsi evlatlarımızdan evlatlardı, sorumluların bulunması adaletin tesisi temennimizdir... Ben onların resimlerine baktıkça, kara kaşlarının arasından kendi oğullarımın kara kaşlarına çıkan garip bir benzerlik okuyorum. Ya Rabbi ben bu yüzlerini tanıyorum bu ölü gençlerin, deyip kahroluyorum. Bir el kalbimi sıktıkça sıkıyor. Korkuyorum. Oğlanlar için. Kızlar için. Çocuklar için tir tir titriyor kalbim.

İçimizdeki masumların, gariplerin yüzü suyu hürmetine sen bize çıkış yolu ver, kalplerimize sekinet indir, bizi selameteçıkar” dediğimdeyse... Olan oluyor... “Daha bunlar iyi günleriniz, siz bunları hak ettiniz” şeklinde gürleyen kahırlı nidalar patlıyor başımın üstünde... Neyi hak ettik? Çocuklarımızın ölümünü mü, şehirlerin alt üst oluşunu, kaosu, parçalanmayı, nefret sarmalını, neyi hak ettik?

Hem de bu kahırlı gürzleri indirenler, dindarlık adına konuşup hüküm kestikçe, donup kalıyorum. Kahrın karanlık perdeleri iniyor her yandan...

Oysa İslam Peygamberi(s), insanlıktan ümit kesmemekle, ümmetinin iyiliği için hassasiyet derecesinde çabalayan kişiliğiyle tarif edilir Kuranı Kerimde. O, kahrın değil rahmetin elçisidir. Gazabın değil, felahın ve selametin sözcüsüdür.

Peki ne oldu bize de Kıyameti ister hale geldik. Üstelik de tertemiz olduğumuzdan nasıl bu kadar eminiz?

Hz. Peygamber bile Hz. Aişe’ye şayet Allah’ın rahmeti yetişmezse kendisinin dahi hesap günü zorlanacağını söylemedi mi? “Şayet Allah’ın rahmeti yetişmezse...” dediği sırada elini başının üstüne doğru götürürken, yetişecek ilahi rahmetin adeta bir deniz gibi boyunu aşıp geçmesini işaret etmedi mi? O ki Kainatın Efendisiyken Allah’ın rahmetine sığındı... 

Geceler boyu ayak bilekleri şişene kadar ağlayarak namaz kıldı, tevbe istiğfar etti. Hz. Aişe bu gayretinin sebebini sorunca, Rabbime hamd etmeyeyim mi dedi, içini çekerek... Onun boyun büküp tevbe istiğfar ettiği yerde, bizler kendimizden, tertemizliğimizden, kurtuluşa ermişliğimizden, diğerlerininse fenalığından, mülevves oluşundan ve dolayısıyla her türlü kötülüğü, fenalığı hak ettiğinden nasıl bu kadar emin olabiliriz?

Biz cennetliğiz, bunlarsa cehennemliklerdir, o halde batsınlar, kahrolsunlar, hak ile yeksan olsunlar... Nasıl deriz? Bir Müslüman, diğer Müslümanlara hatta Müslüman olsun olmasın diğer insanlara nasıl kapatırmış ki davet kapısını... Hem bu kapı kimindir? Allah’ın rahmet ve mağfiret kapısını nasıl ve niçin kapatmaya kalkıyoruz ki?

Tamam, eksiğimiz, kusurumuz, günahımız olabilir, ama bırakın da haşa Allah’tan ümidimizi kesmeyelim. Tamam, ilminiz, ameliniz, ahlakınız yüksek olabilir, ama o halde de affetmek, hiç değilse mazur görmek, onu da yapamıyorsanız, hayrımız kurtuluşumuz için dua etmek, büyüklüğün şanından değil midir?

Bendeniz dindarlığını ahlaken ve amelen yaşayan insanlara sadece imrenmem, onları Cenabı Hakkın topluma, insanlığa, bizlere verdiği bir hediye olarak da görürüm. “Allahım bizim kusurlarımız var affeyle ne olur, ama bu güzel insanlar da var aramızda, o güzellerin hatırına bizden yardımını esirgeme ne olur, bizlere de gayret ver iyilik için” derim. “Her koyun kendi bacağından asılacak, seni o güzeller kurtarmayacak” derler bilirim. Ama olsun. O güzeller hep yanı başımızda dursun. Belki onlara bakıp onlardan örnek alıp biz de iyileşiriz, belki bize dua ederler, olur ya duaları Rabbimizin hoşuna gider, bize de bir bereket düşer, tıpkı yağmurun yağması gibi, yağmurdan gül de içer diken de...

Her insanın bir madeni vardır, kimi demir gibi kuvvetli, kimi altın gibi değerli, kimi de bizim gibi bakır tel misali güçsüzdür, herkes kendi menkıbesini yaşar bu dünya sınavında. Demiri de altını da bakırı da sınayacak, bükecek bir fırın vardır elbet...

Kahrı değil selameti, felahı, kurtuluşu isteyelim... Ne olur...