Kalabalıklara dâir

Başbakan her âilenin ortalama üçer çocuğu olmasını istiyor. Buna karşılık bâzı arkadaşlar ülkemizin sırf kalabalığıyla anılan bir yer olmasından endîşe duyuyorlar. İstek Kılıçdaroğlu’ndan gelseydi herhalde içinde hikmetler keşfetmeden duramazlar ve dâhiyâne bir buluş olarak takdîm ederlerdi, neyse...

Bir iki rakamla konuya katkıda bulunayım dedim:

Türkiye’nin izdüşümsel yüzölçümü, yâni kâğıt gibi dümdüz olduğu farzedilerek hesablanan büyüklüğü 779.452 km2 imiş. Buna göre km2’ye düşen ortalama nüfus 95 kişi oluyor.

Almanya’nın yüzölçümü ise 357.121 km2 ve km2’ye düşen nüfus 229 kişi.

Türkiye’nin Almanya’daki nüfus yoğunluğuna ulaşması için, benim hesâbıma göre, nüfûsunun 178 milyona çıkması gerekiyor. Hâlihazırdaki nüfûsu 76 milyon. Almanyanınki 81 milyon. Türkiye’nin nüfûsu hâlen yılda 750.000 kişi kadar artıyor. Almanyanınki ise 200.000 kadar azalıyor ama şu âna kadar bunu dışarıdan göçen Almanlarla kapatdılar. İki üç seneye kadar mutlak sayılarla azalma başgösterebilir.

Ferd başına yıllık ortalama gelir ise Almanya’da 43.980 dolar; Türkiye’de 11.200 dolar.

Bir de ferd başına ortalama su mikdârı var ki o da Almanya’da 1.306 m3 Türkiye’de ise 3.160 m3...

Şunu söylemek istiyorum:

Ne hâlen ne de kestirilebilir gelecekde Türkiye’nin aşırı kalabalık bir ülkeye dönüşmesi ihtimâli var!

Hele bu su kaynaklarıyla!

Tam tersine, eğer nüfûsumuz en az 100 milyon dolayına çıkarsa bunun ekonomik bakımdan yararları olacağı da bir gerçek, çünki belirli büyüklükdeki “ekonomikbirimler”in en “kârlı” şekilde çalışabilmesi için o büyüklüğe uygun “personel”e sâhib olmaları gerekiyor. Türkiye’yi de böyle ekonomik bir birim olarak ele alırsak personelin henüz “optimal” düzeyde bulunmadığını tesbît ediyoruz.

Kısacası daha şöyle bir 25/30 milyon nüfus ülkemiz için iyi olacak gibi...

Öte yandan nüfûsumuzun 90 milyon dolayında karar kılacağını hesablayan uzmanlar da var.

Bağlayacak olursak:

Başbakanımızın üç çocuk dileğinde hiç de öyle şaşkınlıkdan sırtüstü yere yuvarlanılacak yâhut skandalize olunacak bir cihet yok!

Yok!

Yok ama öyle yurddaşlarım var ki Adam “Günaydın” dese “Aman Yârabbî! Sabâh-ışerîfiniz hayırlı olsun yerine bakın ne dedi!” şeklinde kıyâmeti koparacaklar. Ama öbür türlü söylese bu sefer de “Günaydın’ın suyu mu çıkdı? Bakın şu mürtecîye!” diye çıkıntılık edecekler.

Benim gibi bunlardan şikâyet edenlerin adını da utanmadan yalakaya çıkaracaklar!

Üç kavram

Son yazılarımdan birinde kullandığım “oksimoron” kelimesinin tam ne anlama geldiğini soran okurlarım oldu.

Hazır elim değmişken akrabâ üç kavramı da sevâbına açıklayayım:

“Oxymoron” kelimesi “oxys” (zekîce) ve “moros” (aptalca) kelimelerinden türemedir.

Birbirine zıd anlam taşıyan iki kavramın ustaca bir araya getirilip çarpıcı bir yeni kavram oluşturulması anlamını taşır. İspanya İç Savaşı’nda (1933-36) Faşistlerin muhârebe nârası “¡Viva la muerte!” (Yaşasın ölüm!) idi. Viva kelimesinin önündeki ters ünlem sizi şaşırtmasın! İspanyolcada ünlem ve soru işâretleri cümlenin sâdece sonuna değil başına da yazılır ki okuyan ne geleceğini bilsin!

“Pleonasmus” (Fazlalık, artıklık) anlamına gelen bu kelime bir kavramı açıklamak için gereği olmayan bir ekleme yapılması demekdir: Islak yağmur, ölü cesed gibi...

Bir de “contradictio in adiecto” (ekdeki zıddiyet) var. Kara güneş, sessiz çığlık, kasdîhatâ gibi...

Yine efrâdını câmî, ağyârını mânî bir yazı oldu.