Kamera şakası mısın birader?

Siz onu gazeteciliğin ve bir zamanlar ortalığı kasıp kavuran “Erkekçe” dergisinin dar kalıpları içinde düşünüyorsunuz ama adlı adınca bir “düşünce adamıyla” karşı karşıyayız.

Kimden söz ediyorum.

Bu soruyu duymamış olayım.

Kim olacak, elbette Mehmet Yakup Yılmaz’dan.

13 yaşında sosyalizmle tanışmış, Marksist külliyatı yalayıp yutmuş, hayatına bir sosyalist olarak devam eden ve arada “Erkekçe” türünden pornografik dergiler çıkaran Mehmet Yakup Yılmaz...

Hıncal Uluç itiraz edecek, “Erkekçe pornografik bir dergi değildi” diyecek ama bu konuyu bir zamanlar polemiğe tutuştuğu dostuyla halletsin.

Devam edelim...

Büyük düşünce adamı Mehmet Yakup Yılmaz, bir zamanlar, “HER GÜN ÖNEMLİDİR” diye laf etmişti.

Bu laf, günlerce Hürriyet gazetesinin sürmanşetinde asılı kaldı.

Düşünürümüz, artık günlük yazılarıyla aramızda olacaktı ve “her günün önemli olduğuna” ilişkin derin “paylaşımlarını” sunacaktı.

Yalnız, anlayamadığımız bir şey vardı...

Pardon, üç şey...

Birincisi, “günlerin önemli olmadığına” ilişkin bir itiraz, bir önerme, bir sav mı vardı ki, Mehmet Yakup Yılmaz bizi bu konuda ikna edecekti?

İkincisi, böyle bir lafı Habermas, Wittgenstein yahut Weber türünden biri söylemiş olsaydı durup düşünürdük, “vardır mutlaka bir hikmeti” diye gardımızı alırdık...

Mehmet Yakup Yılmaz kimdi ki, ettiği sıradan bir laf yüzünden günlerce Hürriyet gazetesinin sürmanşetini işgal ediyordu ve durduk yerde bizi düşündürüyordu? Düşündürürken de güldürüyordu...

Üçüncüsü, Mehmet Yakup Yılmaz Sabah gazetesiyle el sıkışmamış mıydı? Hürriyet de nerden çıkmıştı? Ya da Aydın Doğan bizim bilmediğimiz hangi cevheri keşfetmişti de, Sabah’la el sıkışan yazarını “sözünün eri olmayan adam” durumuna düşürmüştü? Ayrıca, Sabah gazetesi ne bulmuştu da, transfer etmeye yelteniyordu?

Dördüncüsü de var ama geçiyorum...

Mehmet Yakup Yılmaz’la papaz olmak istemem.

Üstesinden gelemediği durumlarla karşılaşınca mahkemeye koşan ve meslektaşlarının maaşına “haciz” koyduran, narin, nazenin, burnundan kıl aldırmaz bir arkadaşla karşı karşıyayız. Neme lazım...

Dün bir yazısını okudum.

İlginç bir yazı...

Daha doğrusu, garip bir yazı...

Düşünürümüz hep çatık kaşlı, aşağılama ifadeleriyle süslü “hart ideolojik yazılar” yazmıyor... Arada “aşk meşk” işlerine de giriyor. Kadın ruhundan anlama konusunda Ahmet Altan’la yarışır. Hatta, onu geçer.

Dünkü yazısında yer alan bazı ifadeler şunlar: “Bahçedeki çiçekler... Ihlamur kokusu... Hüda-i nabit bir mimoza... Hafif bir meltem... İnanılmaz güzellikte inşirah yokuşu... Manolyam... Bir kadın olsaydı keşke... Onunla bir şişe şarabı paylaşamam... Mimoza bir genç kız kadar kolay kırılır... İlk görüşte aşk ilişkisiyle bağlı olduğum ağaç...”

Nasıl?

Harikulade bir yazı değil mi?

Fakat anlayamadığım bir şey var...

Bu geçiş nasıl oluyor?

Daha doğrusu, Mehmet Yakup Yılmaz bu halet-i ruhiyeyi nasıl yakalıyor?

Bir gün önce “gericiler, mürteciler, penguene başörtüsü takan adamlar” diye saydıracaksın, agresif ve aşağılayıcı ifadeler kullanarak okuyanlarda istikrah duygusu uyandıracaksın; ertesi gün duyarlı ve naif ruh haletini kuşanıp “mimozam, manolyam, aşkla bağlı olduğum ağaç” diye meltem rüzgarları estireceksin.

Üstelik, bunu her hafta yapacaksın...

Bu nasıl oluyor?

Daha doğrusu, oluyor mu?

Bitti mi?

Mehmet Yakup Yılmaz’la işimiz bitmez.

Mahut “başörtülü penguen” yazısında, Başbakan Erdoğan’ın “Bu yıl 647 bin yavrumuz seçmeli Kuran-ı Kerim’e müracaat etti. Aynı zamanda Siyer-i Nebi dersimiz var. 270 bin yavrumuz da bu derse müracaat etti” sözlerini eleştirmişti

Ben de akıl edip soramamıştım:

Burada seni rahatsız eden şey nedir?

Birtakım kıytırık din adamlarının ve ciğeri beş para etmez “pozitivist” düşünürlerin hayatı “zorunlu” olarak okutulacak ama Peygamberimizin hayatı “seçmeli ders” olarak müfredata giremeyecek...

Öyle mi?

Nedir insanların diniyle, diyanetiyle, değerleriyle alıp veremediğiniz?

Gerçek misiniz?

Yoksa “kamera şakası” olsun diye mi yolladılar sizi bu ülkeye?