Kan tutması

Gözyaşları kurumamış, yasları bitmemiş, acıları dinmemiş insanların üzerinden arsızca kavgalar yapıyoruz. Ayaklarımızın altında cesetler, dizlerimize kadar kana girmişiz...

Ya kan tuttu hepimizi, ya aklımızı kaybettik ya da vicdanlarımızı...

Bir tarafta, “indir o parmağını paşa” derken kendi parmağını sallamanın “hazzını” keşfedip “size de, size de, ona da, buna da... hesap soracağız” diyerek avazı çıktığı kadar bağıranlar, kendisini sürekli hesap sorma makamında görenler...

Bir tarafta da, kendilerini savunmaya zorlananlar...

Manşetler, köşeler, televizyonlar cinnete ayarlanmış, ne kadar fazla insana cinnet geçirtirlerse o kadar prim yapıyorlar...

Birileri sürekli “parmak sallayıp” suçluyor, suçluyor, hesap verin diyor, konuşamazsınız diyor, yazamazsınız diyor, “ben ne kadar cesurum-ben her şeyi söylerim” modunda bir “yiğidim aslanım” kahramanlık yolu tutturmuş, gidiyor. En demokrat, en özgürlükçü, en adil olanlar onlar, memleketin geri kalanı eyyamcı...

Allah selamet versin...

PKK’ya da BDP’ye de tek söz söyleyemeyenlerin, gazetelerinde bazı “kutsal saydıkları isimlerin” eleştirilmesine tahammül edemeyip sansürleyenlerin, hatta kendi köşe yazarlarına “bu üslup çok pespaye size yakıştıramadık” diyenlerin “dindar kalemleri” cesaretle yazmaya çağırmaları ve başbakana karşı pespaye bir dil kullanmayı “cesaret” olarak görmeleri size de tuhaf gelmiyor mu?

“Başbakanın gazetecileri”nin konuşamadığı, yazamadığı hangi konu var bilmiyorum.

Roboski katliamının ilk günlerinden beridir bu katliamı görmezden gelen mi oldu? Hayır.

Ama yetmiyor. Çünkü yazılarda, hakaret ve aşağılama olmayınca, “kof kabadayı”, “buraya bak Kasımpaşalı” lafları geçmeyince birilerini kesmiyor, muteber yazıdan sayılmıyor.

Sözün ağırlığı küfürle, hakaretle, aşağılamayla mı tartılıyor sizin oralarda...

Yok mu burada bir tuhaflık?

Uludere-Roboski’deki evlerde kurulan yer sofralarına diz çöküp oturamayacak olanların, katliamın aydınlanmasından ziyade mevzuyu “haklı çıkma” inatlaşmasına getirmelerindeki samimiyetsizlikten bahsediyorum.

O kadar haklılar ki her konuda, özgüvenleri o kadar tavan yapmış ki, memleketi onlara bıraksak her şey güllük gülistanlık olacak!.. Ordan burdan ihbar yağacak, hemen gereğini yapacaklar, kötüler anında cezasını bulacak, iyiler hep kazanacak...Bunların küfrünü hakaretini işitmemek için herkes büyük bir ciddiyetle çalışacak, kimse kimsenin gözünün yaşına bakmayacak... Herkes birbirinin hatasını kollayacak, ağzından yanlış bir laf çıkan biri olursa herkes ona “odun” diyecek, hata yapsa boynunu vuracak... Ülkemize bahşedilmiş bu paha biçilmez kıymetleri birer “üstün insan” prototipi bilip örnek alacağız ve böylelikle adeta bir masal ülkesi yaratacağız!..

Ortalığı yangına veren kelimelerin prim yaptığı şu tuhaf günlerde çok şükür ki Orhan Miroğlu var. Madem bizleri ciddiye almıyorsunuz, o topraklarda acının gerçeğini yaşamış bir Kürt aydını olan Orhan Miroğlu’nun sorduğu şu soruyu cevaplayın öyleyse:

“Müslümanlar ve üç seçimdir oy verdikleri partiyi alın bir tarafa koyun, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinden geriye ne kalır Allah aşkına?”

Gerçekten varsa elinizi vicdanınıza koyun ve bir muhasebe yapın?

Bu ülkede demokratik ve barışçıl bir zemin oluşturma vazifesini omuzlayan bir siyasi iradeye (ve o iradenin lokomotifi bir başbakana) yardımcı olmak, gerekli moral desteğini sağlamak yerine her geçen biraz delirtmek için elinden geleni ardına koymamak hangi adamlığa sığar, özellikle Ahmet Altan’a sormak isterim.

Bu durumda Miroğlu “Müslümanların vicdanını mola vermeden soluk soluğa sorgulayıp duruyorsunuz da, Kemalistlerin ve en büyük katliamlara, cinayetlere hedef olmuş Kürt halkını yönetenlerin vicdanına dönüp neden bir çift söz söylemiyorsunuz?” sorusunu sorarken haksız mı?

Diyelim ki “başbakanın gazetecileri”ne bazı konular yasak, Miroğlu’nun işaret ettiği “Kürt halkını yönetenlerin vicdanına” laf söylemek de yoksa size mi yasak...