Bugün nasılsa kimse gazete okumayacak... “Yılın enleri” türünden salakça yazılara da kimse dönüp bakmayacak.
Kamuoyu eskiden “televizyona dansöz çıkacak mı?” sorunsalıyla meşguldü.
Bir de Orhan baba hayranları gergin bir bekleyişe girerlerdi.
Çünkü, kamu kesesinden yayın yapan saygıdeğer TRT’miz, yılbaşı gecesi hatırına ilkelerinden (!) taviz verir, kamunun çok sevdiği Orhan Gencebay’ı lütfen ekranlara çıkarırdı. Hayranları, yılda bir kez de olsa, nefis köreltme cihetine giderlerdi.
Şimdi?
Şimdi bu işlerin (yılbaşı akşamını beklemenin) heyecanı kalmadı.
Dansöz meraklıları da, Orhan baba hayranları da, internet sayesinde isteklerini anında tatmin edebiliyorlar.
O halde biz haberi eski zamanlardan verelim...
Ne diyordu Armstrong?
Hani ünlü “Gray Wolf”un (Dilimize “Bozkurt” ismiyle çevrilen kitabın) yazarı... “İstanbul bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan hain insanların şehri... Burası entrika, rezalet, hile, cebinlik karargâhı...”
Hemen telaşlanmayın.
İşgal İstanbul’undan bahsediyor...
1987 mi?
Fakir o sıra çalıştığı gazeteden tası tarağı toplayıp kapağı salimen bir arkadaşının grafik bürosuna atmış, kitap kapağı, afiş, broşür gibi “yan işler” yaparak “ekmek parası” kazanmaya uğraşıyor.
Günün birinde, TRT’de prodüktör olarak çalıştığını söyleyen gençten biri çaldı kapıyı.
TRT için “Süleyman Nazif belgeseli” hazırlıyorlarmış, Süleyman Nazif’in “Kara Gün” yazısının yer aldığı ünlü “Hadisat” gazetesinin tıpkısının aynısını yapabilir miymişim?
“Tabii” dedim.
Getirdiği mikro filmleri reprodüksiyondan geçirip kağıda döktüm, yarım yamalak Osmanlıca bilgimle hurufatı tadil edip Hadisat’ın “tıpkısının aynısını” hazırladım, verdim.
Olmuş mu?
Olmuş...
Peki, Süleyman Nazif kimdi?
İsmini biliyordum da, o sıra hakkında teferruatlı bilgiye sahip değildim.
İstanbul işgal altındadır. Osmanlı entelijansiyası çöküşün tesellisini Pera’da, Beyoğlu’nun kirli ve karanlık sokaklarında ararken, o sessiz sedasız ve karınca sabrıyla “direnişi” örgütlüyordu.
1870’te Diyarbakır’da doğmuş.
Eğinli Said Paşa’nın oğlu...
İlk tahsilini doğduğu yerde yapmış, babasından Arapça ve Farsça dersler almış, bir ara Paris’e gitmiş, sonra dönüp memuriyete başlamış, ardından Trabzon’da, Musul’da, Bağdat’ta valilik yapmış, sonra da Babıali’ye düşmüş.
Düşüş o düşüş...
TÜSİAD üyesi olmadığı, bankacılıkla iştigal etmediği, cuntalarla iş tutmadığı için hakkında tafsilatlı bilgi yok.
Fransız işgal kumandanı d’Esperey, selama durmuş mızıkacı efradını kırbacıyla susturup atını Beyoğlu’na mahmuzlarken, o “Hadisat”ın köhne idarehanesinde “Kara Gün”ü yazıyordu.
Bir ültimatom, bir protesto metniydi “Kara Gün” ve ahaliyi direnişe çağırıyordu.
Nitekim, yazıyı müteakip İstanbul’da işgale karşı küçük çaplı nümayişler, ürkek ve mütereddit karşı koyuşlar başlayacak, yazarı da “özür dilemesi” için mevcutlu olarak d’Esperey’nin huzuruna çıkarılacaktır.
O, 28 Şubat sürecinin “sansür-jurnal” uygulamalarını sineye çeken, bununla yetinmeyip “sansür”ün teferruatlandırılması çalışmalarına katkı sağlayan zamane gazetecilerine benzemiyordu.
“Sizden özür dilemem” dedi, “Çünkü görevimi yaptım. Fakat siz görevinizi yapmadınız, yapmıyorsunuz. Fransa’nın ve tarihin sizi affetmesini dilerim.”
Özür dileseydi Malta’ya sürülmeyecekti.
Armstrong’un benzetmesiyle, Pera’daki günahkâr ve “zevkâver” hayatın tadını çıkaracaktı.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre Süleyman Nazif, gazeteci Ali Kemal gibi “dalalete düşmüş” bir bozguncu, düşmanla iş tutan müseccel bir haindi.
Süleyman Nazif’in suçu, oysa, Ankara’yı layıkı veçhiyle kutsamamış olmasıydı.
Elbette bir Ali Kemal, bir Ref’i Cevad, bir Refik Halid değildi, ama Faulkner’ın da dediği gibi, “lanetliydi ve üstelik bunu da biliyordu.”
Nişantaşı’nın arka sokaklarında, küçücük bir evin daracık odasında “ölü olarak” bulunduğunda, yanında ne bir dostu, ne bir yakını vardı.
Başucundaki tahta masanın üzerinde ısırıp bıraktığı bir elma duruyordu. 5 Ocak 1927.
Cenazesi, hiç kimse ilgilenmediği için ortada kaldı. Ta ki, bir “hayır kurumu” sahip çıkıncaya kadar...
Bu yazı nerden mi icap etti?
Yılbaşı akşamları bana o “günahkâr ve zevkâver” işgal günlerini hatırlatıyor.
Ondan olabilir mi?