Kavat, halat, kravat, imbat, imdât!

Efendim, Adana Vâlîsi Hüseyin Avni Bey “O Kavatı (Pezevengi...Y.A.) alın!” demiş. Sonra ağız değiştirip “Ben öyle cızzz lakırdı söylemem; belki‘Kavas’demiş olabilirimama onu da tam olarak hatırlayamıyorum.” diyerekden işin içinden sıyrılmayı denemiş.

Kavas, biliyorsunuz, sefârethâne ve konsolosluklarda kapıcılık ve hademelik işlerini görenlere verilen isimdir.

Şimdi bir an için Değerli Vâlîmizin doğruyu söylediğini farzedelim ki koskoca vâlî zâten yalan söylemez öyle alelâde şey herifler gibi, ağzımdan yel alsın!

Fakat o zaman da kendisine lafla sataşan bir yurddaş için neden “Alın o Kavası!” şeklinde bir cümle sarfetdiği sorusu muallakda kalmıyor mu?

Üstelik birkaç saat önce bağıra çağıra ne söylediğinin de farkında olmayan bir vâlî!

Diyor ki “Bir şey dedim ama ne dediğimin farkında değilim!”

Belki kavas değil de Tavas demişdir, zeybeği bilem var.

Yâhut havas yâhut halâs yâhut ihtiras yâhut paspas yâhut rakkas yâhut ihtilâs yâhut ihlâs yâhut Milas!!!

Belki de Milovan Cilas!!!

Hattâ muhtemelen kas yâhut tas... Ya da kimbilir belki mîras!!!

Keşke biri çıkıp da şöyle deseydi:

“Ulan, etmişsin bir delikanlılık, delikanlı gibi delikanlı ol da arkasında dur! Kıvırtma!”

Ama nerdeeee bizde öyle delikanlılar!!!

Ben en iyisi bu topa hiç girmeyeyeyim... Belki adama günün birinde işim mişim düşer de sonra tutar şey mey eder...

O halde gelin bu işi tatlıya bağlayalım!

Fransızların dediği üzere attachons ça à la confiture!

***

Mustafa Kemâl Paşa 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basıp iskelede bakınırken ansızın Sûriye Cebhesi’nden tanıdığı bir silah arkadaşına rastlamış. Sarılıp selâmladıkdan sonra o subay mûmâileyhe sormuş, Samsun’da ne işin var diye... Mustafa Kemâl Paşa da iki üç cümleyle niyetlerinden bahsedince arkadaşı omuz silkip şöyle demiş:

“Amaaan, Mustafa, sen mi kaldın memleketi kurtaracak?”

Buy’run, bur’dan yakın!

Hazır Yüce Önder’den açılmışken değinmek istediğim bir husus daha var:

Ben kendimi bildim bileli 10 Kasım sabahları öğrenciler için bir tür işkence mâhiyeti taşırdı. Sebebi ise mâlûm o sabahları yapılan anma toplantılarıydı. O yıl piyango kendisine vuran öğretmenlerden biri çıkar ve her sene aynı kalan soğuk ve samîmiyetsiz cümlelerle Atamızın ne kadar büyük ve kederimizin ne kadar derin olduğunu anlatır da anlatır, nihâyetinde tam beş, evet beş dakıykalık bir saygı duruşu icrâ edilirdi.

Beş dakıykalık saygı duruşunun ne demek olduğunu tasavvur edemeyenlere tavsiyem, yalnızca iki dakıyka hiç kıpırdamaksızın put gibi dikilip durmayı denemeleridir.

Bugün Tanrıya şükürler olsun ki o cılkı çıkmış ritüellerden epeyi uzaklardayız ve çok da iyi ediyoruz.

Bu milletin Yüce Önder’i gerçekden ne kadar sevdiği ve ona ne kadar bağlı olduğu da böylece en hîlesiz hud’asız hâliyle ortaya çıkmış oluyor!

Yâni kimse kendilerini zorlamaksızın, gönül rızâsıyla!!!

İnanmayan bu 10 Kasım’daki anma törenlerinden fotoğraflara bir göz atabilir.

Her alanda olduğu gibi bu alanda da normalleşmeye başladık gâlibâ...

Ben Yüce Önder’i ömrüm boyunca tepemizdeki havan dövücüler “sâyesinde” değil onlara “rağmen” sevdim!