‘Kaybedenlerin belleği’yle konuşuyorlar

Mıchel Ragon’un, ‘Kaybedenlerin Belleği’ adını taşıyan romanını iki yıl önce okumaya başlamış, bitirmeden bırakmıştım, bugünlerde yeniden okuyorum.

Romanın kahramanları 1899’dan 1985’e kadar uzanan bir tarihin içinde, ama komünist saflarda dolanıp dururlar.

M. Ragon romanına, Charles Peguy’dan şu alıntıyla başlamış:

‘İnsan fikirleri için ölebiliyorsa, bu idealdir, fikirleri için yaşayabiliyorsa politikadır.’

Biz galiba, insanların fikirleri için ölmeyi göze aldıkları bir dönemi geride bırakmaya ve insanların fikirleri için ölmeyi değil, yaşamayı tercih edecekleri ve politika yapacakları bir döneme geçmeye çalışıyoruz.

Başbakan her fırsatta bu gerçeği hatırlatıyor, çağrı yapıp duruyor, ‘silahlarınızı ayaklarınızın atına alın, gömün’ diye...

***

Türkiye’nin toplumsal hafızası, bazı fikirler uğruna ölümün göze alındığı çok acı olaylar ve trajedilerle dolu. Binlerce faili meçhul cinayet aydınlanmayı bekliyor.

Silahların sustuğu aşama sonrasına hazırlıksız girmemeli Türkiye. Bu çok derin travmalara yol açar.

İnsanlara iyi anlatılmalı. Kimse kimseyi yenilgiye uğratmadı, kimse mağlup değil diye. 

Bu savaşın bir galibi ve mağlubu yok. Hepimiz kaybettik. Yeni yüzyılda beraber kazanmanın ve bunun için yola koyulmanın zamanı çoktan geldi.

‘Bu barış Kürtlere uymaz’, demekten vazgeçip, acıyı ve yası paylaşmaya hazırlansak çok iyi olacak. Ama maalesef olmuyor. Rahat bırakmıyorlar.

Ne hainliğimiz kaldı, ne işbirlikçiliğimiz.

Bu ülke, kırk yıldır devam eden bir iç çatışmayı sona erdirmenin eşiğindeyken, Türkiye’yi hala ‘cami-kışla’ arasında sıkışmış bir ülke olarak göstermeye devam eden biri bana dava açtı. PKK’ye hizmet ediyor demişim. Evet dedim ve diyorum. Bir kısım medya ve bazı yazarlar,  PKK şiddetine haber ve yazılarıyla, şiddete tanıdıkları toleransla hizmet etti ve ediyor. Bu dava talebi bana tebliğ edilince, uzlaşma istemedim, savcıya gidip altı sayfa ifade verdim, evet bu dava açılsın hakkıdır dedim, ama davası reddedildi. Yılmıyor, maşallah bu sefer maddi tazminat davası açıyor. Bir zamanlar çalıştığı gazeteden talep edip alamadığı telifi herhalde benden tahsil edecek! Ama benim aldığım telif talebini karşılamaya yetmez, galiba oturup Everest’e bir kitap yazmam gerekecek, belki satar da Mehmet Altan’a tazminat borcumu öderim!

Susayım diyorum, ama o da olmuyor. Hedefe koymuşlar, ateş edip duruyorlar.

Geçen hafta Ruşen Çakır da katıldı kervana ve şöyle yazdı: ‘Hükümet ve iktidar partisini destekleyenler, herhalde Öcalan’ın Kemal Burkay, Orhan Miroğlu gibi bazı Kürt aydınlarına benzemesini ummamışlardır.’

Kızım Hiwa bazen ağlamaklı arayıp soruyor, ‘baba bu insanlar senden ne istiyorlar’ diye, cevap veremiyorum doğrusu.

Bazı Türk aydınlarında acaba, Orhan Miroğlu’nun ve başka Kürt aydınların savunduğu fikirlere karşı, yenilgiye uğradığını hissetme durumu mu var?

Hükümete dönüp, Öcalan, Miroğlu ve Burkay’a benzemeyecektir, boşuna umuda kapılmayın demek, başka nasıl bir ruh halini ifade ediyor?

Bunu yazan, Hükümette böyle bir beklenti olduğunu nasıl anlayabiliyor acaba?

Fikirlerim ortada. Yüzlerce makale ve on tane kitap bu fikirleri anlatıyor. Fikirlerimin kimi nasıl etkilediğini bilemem. Ama bu fikirlerimi savunma adına ağır bir bedel ödediğimi kimse görmezlikten gelemez.

***

En kötüsü de bizim gibi insanların fikirlerini, lanetli fikirler gibi sunma gayretidir. Ne yalan söyleyeyim eğer savunduğum fikirler bugün boşa çıksaydı, hiç kıvırtmaz, oturup halktan özür dileyecek ve yazı yazmayı bırakacaktım. Ama böyle olmadığını görüyorum. Silahlı mücadelenin yanlışlığına inanılarak yola çıkılmışsa, ve benim düşüncelerimin de denizde damla misali bu sürece bir katkısı olmuşsa, herhalde utanacak veya oturup ağlayacak değilim!

Ama bazıları sanki ‘kaybedenlerin belleğiyle’ konuşuyor; bu bazılarının, Eşkıya filminde, onu habire aldatıp duran arkadaşının, Şener Şen’e yani Eşkıya’ya verdiği son çekin de karşılıksız çıkması gibi, düşüncelerini barındıran çeklerin neredeyse tümü karşılıksız çıktı.

Özür dileyeceklerine, dönüp dönüp Kürt aydınlarına ateş ediyorlar..

Ayıptır yahu!