Kaybedenlerin Partisi

Bir siyasi parti, 11 yıllık iktidarına rağmen kaybedenlerin partisi olmayı nasıl sürdürebiliyor?

Bu soruyu kendinize bir daha sorun.

Kaybedenlerin partisi neden hala Ak Parti?

Konuyu biraz açalım.

Son isyancı devrimciler kimlerden oluşuyordu: Varlıklı kimselerden, eğitimli kimselerden ve CHP’lilerden. Bir miktar artist ve bir miktar da devrimci aydın vardı aralarında.

Militarist gazetecilileri de unutmamak lazım tabi.

Peki, devrilmek istenen Ak Parti iktidara nasıl gelmişti. Maziyi hatırlayalım. 28 Şubat sürecinin ve 2001 ekonomik krizinin ardından Türk Halkının yeni umudu olmuştu. Fakirliğin umudu olarak para ve baskının umudu olarak özgürlük talep ediyordu sessiz çoğunluk.

Şimdi tezat tabloya bakın;

Ak Parti iktidarında geçen 11 yıldan sonra baskının sembolü olan CHP, lideri ve tabanı Taksim’de özgürlük talebinde bulunurken arkalarında güçlü İstanbul sermayesi yerini almıştı.

İktidar partisi ise yine fakirlerin desteğine kalmıştı.

Bu iyi bir şey mi? Hiç sanmıyorum.

Konuyu biraz daha açalım.

Kişisel ve bazı sektörler üzerinden değil de makro ekonomi politikası üzerinden değerlendirme yapalım.

Ak Parti döneminde en fazla kazanan sektör şüphesiz faize dayalı mali sektör oldu. Yani Bankalar.

Bankaların bu kazancının faiz oranlarından ziyade faiz makası ve faiz dışı şaibeli gelirlerden oluştuğunu biliyoruz. Makro politika olarak bankalar müthiş desteklendi. Tüm işlemler nerede ise bankalara mecbur kılındı; tabii ücretli olarak. Örneğin maaşların bankalar üzerinden ödenme mecburiyeti yeni ve çok büyük bir pazar oluşturmuştu.

Maaşlar bankalara mecbur edilerek kayıt altına alındı ama mesela kimse aylarca yatırılmayan maaşlar yüzünden işçi adına işverene gitmedi. Türkiye’nin en zengini bile iki yıla yakın maaş ödemedi bu ülkede.

Aslında bankaların benzeri tabloyu büyük sermaye gruplarında da görüyoruz. Ak Parti döneminde reel sektörde en fazla kazanalar ise suyun başını tutmuş olan büyük sermaye grupları oldu. Ekonomik sistem nerede ise geçmişte nasıl yazılmışsa aynı şekilde uygulandı. Kimsenin ekmeğine, sermayesine dokunulmadı.

Görünürde dokunulmadı ama perde arkasında aslında çok büyük bir değişim oldu. Nasıl mı?

Mesela genel olarak sanayi sektörü ve sanayicilik çok ciddi şekilde ezildi. 1982-1992 yılları arasında da Türkiye, Ak Parti iktidarındaki kadar reel büyüme kaydetmişti. Fakat Özallı yıllarda büyümenin lokomotifi yüzde 100 oranında artan sanayi üretimi olmuştu. Ak Parti iktidarında ise sanayi büyümesi yüzde 75’de kaldı.

Alt detaya baktığımızda tablo biraz daha hüzünlendiriyor. Son on yılda sanayi sektöründe de büyüklerin hakimiyetlerini perçinlediğini görüyoruz. Sektörel liderler, hakim şirketler veya suyun başını tutmuş olan eski sermaye hızla büyümesini sürdürürken, Anadolu sermayesi diyeceğimiz görece daha küçük kesim adeta ölüm kalım savaşı verdi.

Son on yılda en fazla kim kazandı diye soracak olursanız hiç düşünmeden bankalar ve büyük sanayi grupları diyebiliriz. (Bu noktada detaylı bir veri analizi de maalesef mümkün değil)

Bu iki kazanan kesimin ortak özelliği nedir? Elbette dış bağımlılık

Bankalar sermaye desteğinin önemli bir kısmını dış borçlanma yolu ile karşıladı. Yabancı mali piyasalara daha sıkı bağlandılar. Büyük sanayicilerimiz ise zaten yabancıların Türkiye temsilciliğinin ötesine geç(e)miyorlar.

Özgün üretimli Anadolu sermayesi ne içerden desteklendi ne de dışarıdan. Mesela esnafa bakın. Yabancı yatırımcıların ısrarla desteklediği ve ortak olduğu AVM sistemi (ki avm yasası hala yok) küçük esnafı yok ederken, zincir sistemli büyük market ve mağazaları besledi.

Taksitli alış veriş yerine kredili sistem geldi ve perakende sistemi bankacılık sisteminin destekçisi oluverdi.

Ak Parti iktidarında kazanan bir başka kesim ise şüphesiz devletçilik oldu. Devlet, milli gelirden aldığı payı özellikle son yıllarda ciddi şekilde artırdı. Artık devletin bütçe geliri milli gelirin yüzde 24’üne dayandı.

Kazanların listesinde elbette bu sektörlerde çalışanlar da yer aldı. Bankalarda ücretler sanayinin 3-4 katını aşarken, devlette de maaşlar özel sektörün üzerine çıktı.

Oysa asıl desteklenmesi gereken ve yeni yeni filizlenen Anadolu sermayesi ve bu kesimin çalışanlarıydı. Ama bu kesimin reel kazançlarını artırmasını bırakın, gelirlerinin yüzde 20’ye yakın kısmını kaybettiklerini görüyoruz.

Gelin şimdi sonuca bağlayalım konumuzu:

Bugün özgürlük talepleri ile sokağa çıkanların bu isteklerini asıl muhalefet partisine yöneltmesi gerekiyor. Ki iktidardan aslında üslup dışında ciddi bir istek de yok.

Bugün sokağa çıkanlardan daha ziyade toplumun tüm kesimlerinde daha geniş bir özgürlük isteği var. O zaman özgürlük isteğine sessiz kalan veya tersine özgürlükleri kısıtlayan bir muhalefet partisi nasıl bir konumda oluyor? İktidarı beslemiş olmuyor mu?

Bakın çok önemli bir ipucu var aslında. Gezi makyajlı sokak işgalli devrim girişiminde özellikle başı kapalı bayanlar sokaklarda 28 Şubat sürecinden beter fiziki saldırılara maruz kaldılar. Katılanların yüzde 80’inden fazlasının CHP’li olduğu bu özgürlük isteğine kim-nasıl inanabilir?  

Şimdi soruna ekonomi üzerinden bakalım.

Yeni bir ekonomik model ve yeni ufuklar açması gereken muhalefet partilerinin bu ciddi konulardaki sessizliğinin iktidar partisini desteklediğini kim inkar edebilir.

Ak Parti, 11 yıllık iktidarın ardından hala fakirlerin ve sessiz çoğunluğun partisi ise bu iktidarını kime borçlu. Bu iktidarın oluşmasında zenginliğin ve eski azınlık zümrenin destekçisi ana muhalefet partisinin sorgulanması gerekmiyor mu?

Ak Partiyi hala iktidara taşıyan partinin bizzat CHP’nin ta kendisi olduğunu söylüyorum kısaca…

Burada bir farka dikkatinizi çekmek istiyorum. Ak Parti alternatifsizlikten değil, asıl diğer partilerin çözümsüz ve kısıtlayıcı korkusu ile iktidarını perçinliyor.

CHP’nin özgürlük karşıtlığı ve sermaye dostluğu, Türk Halkında sessiz çoğunluğun kabusu olmaya devam ediyor ve iktidar partisine oy kazandırıyor.

İktidar mesajı aldığını belirtiyor ama muhalefet ne mesajı aldı bilmiyoruz. Tüm mesajlar derinden gelmez ama bazı mesajlar halktan gelir.

Sahi muhalefet ne zaman halktan mesaj alacak!