Kaz gelecek yerden gazeteci esirgememek!

Milliyet’in İmralı notlarını “bir şekilde” ele geçirmesi ve yayınlaması, hem çözüm sürecine dair sabotaj olasılıklarına karşı bir duyarlılık oluşturdu hem de Milliyet Yayın Yönetmeni’nin patronu tarafından ‘uyarılması’ ve Hasan Cemal’in o gün bu gündür gazetedeki köşesinde görülmemesi iktidar-medya ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Olayın ‘kahraman-mağdurları’ ve an itibariyle bir gazetecilik şahikası mesabesinde ele alınan mezkur haberin muhabiri Namık Durukan’dan bir açıklama gelmediği için arkalarından konuşmak durumundayız!

İşin aslı nedir, kalemi elinden alınan yazar, uzun zamandır şikayetçi olduğu “Başbakan’ın gazeteciler üzerindeki baskısından” tam da ‘nasibini almış’ görünürken, neden çıkıp konuşmamaktadır? Bu fırsat neden kaçırılmakta, kalemi kırılan yazarlar “istibdat rejimine” karşı neden bir basın özgürlüğü hareketi başlatmamaktalar? Üstelik “PKK silah bırakacak diye ödü kopan” bazı aydınlarla da ittifak kurabilecek bir zemin mevcutken. Ayrıca, “basının susturulduğu bir ortamda çözüm sürecinden bahsetmek ne mümkün” diyen “doğunun ve batının en hızlı ve ak saçlı Kürt sorunu uzmanları” da mevcutken, bu suskunluk niyedir?

Milliyet olayıyla güncellenen tüm bu “susturulan yazar” yakınmalarından ve tepeleme bir birikim oluşturan medya-sansür edebiyatından, ez cümle anladığım o ki, biz bu işin aslını astarını öğrenmekten, basını özgürleştirmekten, meslektaşlarımızı yeniden sahalarda görmekten çok meselenin üzerine konuşmayı, buradan bir mağduriyet manzumesi döşenmeyi seviyoruz.

“Evet, evet! Oradan konuşmak kolay tabi” diyenleri duyuyor gibiyim. Bahsi diğer ama yeri geldi söyleyeyim; burası, “hayat bunlara güzel” laflarının arkamızdan hınçla söylendiği bir yer, aynı zamanda. Sanılmasın mesela Hürriyet kadar, Milliyet kadar homojen bir yer, “yandaş medya” diye neredeyse marka değerine dönüşen tabirlerle aşağılanmaya çalışılan buralar... Eğri oturup doğru konuşalım, asıl ‘merkez medya’ burası işte; her türlü eğilim mevcut. “Darbe olsa da bunlardan” kurtulsak diyen de var burada, benim gibi ‘hayat bize güzel’ olan da! 

 

***

Dönelim gazeteci-patron-iktidar ilişkisine... Vaktiyle bir seyahatte işitmiş “ve suphanallah” demiştim; “Siz de masaya oturun diye biz çok mücadele ettik ama gazeteciler bir bir işten atılırken sizin sesiniz çıkmıyor” sözlerini. O gün, biz (biz kimiz, burası neresi, olay ne, anlamış değilim ya neyse) masaya oturalım diye kendini feda eden gazeteciler aşkına yazacağım demiştim, kim kimi işten attırıyor bilelim diye, ak koyun kara koyun ortaya çıksın diye... Nasip bugüneymiş.

Gazeteci, patronaj ve iktidar arasındaki ilişkide kim kime ne dikte ediyor, ya da kim neyi göze alamıyor? Bu sorunun tüm tarafları artık konuşmak durumundadır.

“Muhalif basın” bugüne kadar Başbakan’ı hep kâra geçirmiş olduğu halde, Başbakan olağan şüpheli! Sözünü sakınmıyor, 74 milyonun duyabileceği şekilde konuşuyor, bir şeyden memnun değilse açık açık söylüyor. Ama bu sitemi diline dolayanlar, buradan yeni 28 Şubat’lar devşirmeye çalışanlar, köşelerinden olanlar, yazarlarına yol verenler... Onlar neden konuşmuyorlar?

Böylesi daha mı inandırıcı? Böyle sus pus olunca “ayy çok korkuyoruz” tiyatrosu daha mı çok gişe yapıyor? Gazetecilik bir kara para aklama yeri mi ki, kaz gelecek yerden Hasan Cemal’ler esirgenmiyor?

Yalçın Akdoğan’ın Salı günkü yazısı gazeteci-patron-iktidar ilişkisinde iktidar ayağının beyanıydı. Hem Başbakan’ın medya ile ilişkisini kapalı kapılar ardında yürütmediğini, sitemi varsa açıktan söylediğini, şikayeti varsa her vatandaş gibi hukuki yolları kullandığını ifade ediyordu ve hem de “medya-siyaset, patron-gazeteci, gazetecilik-sermaye ilişkisindeki yapısal sorunları” tartışmaya açıyordu.  

 

Madem öyle Milliyet olayı milat olsun, sahnedeki herkes çıkıp konuşsun. Kim kime ne demiş, kim kimi susturmuş, bu işlerin aslı neymiş ortaya çıksın.