Ne yaptım, biliyor musunuz? 19 Mayıs hatırına, oturdum televizyonun karşısına, büyük Türk yazarı ve sinemacısı Zülfü Livaneli’nin “Veda”filmini izledim.
Hemen fikrimi söyleyeyim:
Müziği beğendim. Görüntülere bayıldım.
Kurgu da, eh, fena sayılmaz.
Fakat, bugüne kadar izlediğim en berbat didaktik film.
Didaktik olmak, “propaganda” cehdiyle kalkışmak kötü bir şey değil.
Doğrusunu öğreteceksin.
Müşteriden bilgi gizlemeyeceksin.
Bakın ne yapıyor Zülfü Livaneli?
Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a çıkartıyor (nitekim çıkmıştır), altına bir otomobil veriyor (nitekim altında bir otomobil vardır; Samsun’a hareketinden önce Harbiye Nezareti’ne “Şu kadar tahsisat... Emrime de iki adet otomobil...” diye yazı yazmış, talepte bulunmuştur. Livaneli bu ayrıntıya hiç girmiyor), Samsun ve Havza havalisinde dolaştırıyor (nitekim otomobiliyle Samsun ve Havza havalisinde dolaşmıştır), Erzurum’a hareket ettiriyor (nitekim Havza’daki çalışmalarını müteakip Erzurum’a hareket etmiştir...)
Buraya kadar tamam...
Problem de bundan sonra başlıyor.
Şöyle ki:
Mustafa Kemal Paşa, otomobiliyle Erzurum’a giderken, yolda Samsunlu bir köylüye rastlıyor. Köylü yorgundur. Yeni bir savaşa inancı kalmamıştır. Bunu Mustafa Kemal Paşa’ya aktarıyor. Böylece, yönetmen bize Anadolu’daki ümitsiz ve bedbin havayı vermiş oluyor.
Fakat yönetmenimiz burada kalmıyor. Mustafa Kemal Paşa’ya şunları dedirtiyor:
“Ya Düşman Samsun’a da gelirse...”
İhtimal ki Livaneli bu diyalogla, Mustafa Kemal Paşa’nın köylüyü nasıl ikna ettiğini (bir de nelerle uğraşmak zorunda kaldığını) anlatmaya çalışıyor ama çok önemli bir bilgiyi de gizliyor.
Düşman çoktan “oralara” gelmiştir. Yani, Mustafa Kemal’in çıktığı Samsun’da, 4 bin civarında İngiliz askeri vardır. (İngilizler iki yerde kuvvet bulunduruyordu: İstanbul ve Samsun...)
Soralım o zaman değerli yönetmene:
Propaganda filmi yapıyorsun. Yap...
Milli mücadeleyi “tek adam” etrafında kurguluyorsun. Kurgula...
Erzurum’da, kongre toplanmadan önce, Karabekir Paşa’yla görüşmelerinde Mustafa Kemal’e, “Devletin şekli Cumhuriyet olacak. Latin harfleri kabul edilecek. Hilafet kaldırılacak!” dedirtiyorsun. Dedirt... (Oysa bu görüşmede, “Nasıl ederiz de Padişahı ve Hilafeti kurtarırız?” diye fikir teatisinde bulunuyorlardı.)
En vıcık vıcık didaktik cümleleri filmin şurasına burasına serpiştiriyorsun. Serpiştir...
Niye yalan söylüyorsun birader?
İngilizlerin Samsun’da kuvvet bulundurduğunu niçin gizliyorsun?
Niçin yalanlarla örülü resmi tarihimize “yeni” ve “mevzun” yalanlar ekliyorsun?
Hiç mi vicdanın sızlamıyor?
HAMİŞ: Buyuruyor ki polemik canavarı Hasan: “Star’da yazmak sana itibar kazandırmaz.”
Hep bel altı çalışan, hep “karalama” cehdiyle hareket eden, “özel hayat bilgilerini” abartarak ve yalanlarla besleyerek “itibarsızlaştırma kampanyalarına”malzeme yapan, “medya çetesi” yordamlarıyla hareket ederek meslektaşlar üzerinde terör estiren (Bkz. “İsmail’in anasını nasıl belledik” konulu telefon görüşmesi), evli barklı kadınlara iftira atan, psikolojik savaş yöntemleriyle hareket etmeyi itiyat edinmiş karanlık oda mecralarında yazmak sana itibar kaybettirmiyor da, erken günahı “ülkeyi siyaset yönetsin” demek olan Star’da yazmak mı bana itibar kaybettirecek?
Namuslu ol, önce bu “hal”le ödeş.
Namuslu ol, “Kekeç, skeç” sululuklarının, içinde “yandaş”geçen cümlelerinin, bol keseden kullandığın aşağılama sıfatlarının (bu kez “lümpen” olduğumu saptamış) hesabını ver.
Namuslu ol, yazarı bulunduğun mecra için, “Nedir bu Mahmut Esat Bozkurt sevginiz arkadaşlar? Değer atfettiğiniz bu adam tipik bir faşisttir!” diye bir çift itiraz cümlesi geliştir.
Sonra çık Mustafa Suphi, Lukacs filan diye üst perdeden kes.
Mustafa Suphi’nin kim tarafından ortadan kaldırıldığını merak ediyorsan, Mustafa Kemal’le Lenin arasındaki yazışmalara bakacaksın.
Diğerine (Ali Şükrü Bey cinayetine) bakmaya yürek yetirebileceğini düşünmüyorum.
Bu konuda bir lümpen (Ahmet Kekeç) bir kitap derledi.
Bilgi gösterisiyle kendini heba edeceğine, bul bir yerlerden, oku, öğren.
Kafa karışıklığına da iyi gelecektir.