Kemer sıkma meselesi ve İnönü ve ‘liberalizm’

Son günlerde Türkiye’nin ekonomi politikalarını belirleyen tarihi, ideolojik, siyasi dinamikleri anlamaya ve yazmaya çalışıyorum. Gördüm ki bu konu, bizim şimdiye değin ele aldığımız basitlikte bir konu değil. Yani işte, ‘1929 dünya krizinde, bütün dünya içe kapandı biz de böyle yaptık’ ya da ‘bizim ekonomi-politikamızı IMF gibi kurumlar ‘yukarıdan’ belirledi’ gibi yaklaşımlar buradaki karmaşık ve iç içe geçmiş süreçleri açıklamıyor. 

Bu gerçeğin, güncel ekonomi politikasını açıklamak açısından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

Çünkü bugün çok önemli-merkez bankası gibi- ekonomi kurumlarımızın izlediği yolu da, ekonomi yönetimindeki herhangi bir bürokratın ya da siyasinin ekonomiye bakışını ve ne yapılması sorusuna verdiği cevabı da hem bizim özgün tarihsel geçmişimiz hem de sistemin oluşturduğu ideolojik çerçeve belirliyor. Burada doğrusu iktisat biliminin çok etkin ve belirleyeci olduğunu düşünmüyorum.

Türkiye için, bu konuda belirleyici olan iki tarihsel-ideolojik dinamik vardır. Birincisi, Cumhuriyetle başlayan ve 1929 krizi ve sonrasında güçlenerek devam eden, tabii darbe süreçlerinde de tahkim edilen ‘devletçi-yağmacı’ sistem ve bunun oluşturduğu ideolojik çerçeve. İkincisi ise Batı’dan doğrudan ithal edilen ‘liberal’, dışarıya gelir aktarıcı -yine- yağmacı sistem ve bunun ideolojisi.

Bu ikincinin ideolojik yapısı ve kapsamı çok daha güçlüdür. Çünkü birinci dinamik olan ‘devletçilik’ süreci, 2. Paylaşım Savaşı itibariyle faşizm süreçleri ile birlikte yenilmiş ve bu ideolojinin karşıtı gibi duran ama aslında bir yerde tamamlayıcısı olan Sovyetler merkezli bürokratik ‘sosyalizm’ 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tarihe karışmıştır.

Ancak ilginçtir ki, bugün Türkiye’de bu iki sistemik bakışın ve ideolojinin karışımı bir iktisadiyat devletten, akademiye oradan topluma sinmiş durumdadır. Yine çok ilginç olarak, birbirinin temelden zıddı gibi duran -devletçilik ve liberalizm bakışı- birçok uygulamada buluşmakta ve ne yazık ki, ülkemizin çıkarlarına aykırı, bir avuç azınlığa ve ‘dışarıya’ kaynak aktarma sürecini devam ettirmektedir.

İnönü’nün tasfiye ettiği isim

Hemen tarihten bir örnek verelim ve güncele gelelim: İnönü iktidarı sırasında 1931 yılında, Sanayi ve Mesai Umum Müdürlüğü’ne getirilen bir isim var; A. Şerif Önay... Önay, tam da yukarıda anlattığımız ikili yapıyı aşmaya çalışan bir kişilik. Dönemin İktisat Vekili Mustafa Şeref Özkan tarafından Berlin’de öğrenimi sırasında keşfedilen Önay, Özkan’ın da bakışında etkili olmuştur. Önay, 1931 yılında hazırladığı raporda, Türkiye için bir nevi ithal ikamesi önermektedir. Ama Önay’ın önerdiği ithal ikamesi, Türkiye’nin 27 Mayıs darbesinden sonra uyguladığı büyük sermayeyi palazlandıran ve dışarıya kaynak aktaran ithal ikamesi değildir. Önay’a göre devlet, ancak temel sanayi alanlarında olmalı diğer alanları -tekelci olmayan- özel kesime bırakmalıdır. Önay, raporda, “ülkemize gelen sermaye yabancı, emek ise milidir. Bu bakımdan say’a (emeğe) isabet eden hisse mümkün olduğunca, sermaye hissesine göre çok olmalı, çünkü say’a ödenen değer millidir ve içeride kalır, sermayeye ödenen ise dışarıya gider” der. Önay, büyük sermadeyar sınıfına dikkat çeker ve bu sınıfın Türkiye için gayri milli olduğunu vurgulayarak, eğer hükümet milli olacaksa bu sınıfa dikkat etmelidir vurgusunu da yapar. Ancak bu rapordan sonra, hem İktisat Vekili Mustafa Şeref Özkan hem de A. Şerif Önay görevden alınacak yani tasfiye edilecekti.

Faşist İtalya, İnönü ve Atay

Özkan ve Önay’ın tasfiyesinden sonra Başvekil İsmet İnönü, 1932 yılında faşist İtalya’ya bir gezi düzenler. Bu resmi ziyarette Falih Rıfkı Atay da vardır. 1932 yılında Başvekil İsmet İnönü’nün İtalya gezisine de katılan Atay, faşist İtalya’dan önemli dersler çıkararak yurda döner. Atay’ın çıkardığı en önemli sonuç, Türkiye bu ‘kurtuluş’ kavgasında (!) hem Rusya’dan hem İtalya’dan tecrübe ve ders alacaktır. Bütün planlar, büyük sermaye sınıfını daha da büyütmek ve onun elini -tekelini- güçlendirmek için yapılmalıdır. İtalya böyle yapmıştır. Burada Atay’ın devletçi faşizmi ile Batı’nın ‘liberalizmi’ tam anlamıyla buluşmaktadır. Atay ile Önay arasında temel bir fark vardır dikkat ederseniz; Önay, büyük tekelci sermeyeye karşı çıkmakta, Atay ise bu sermaye kesimini merkeze koymaktadır. Nitekim tek parti iktidarı, vesayetçi ve yağmacı sermayeyi palazlandırmış ve işlevini böyle tamamlamıştır. Ancak çok ilginçtir ki, 1929’dan 1950’ye kadar olan dönem -yani 2. Dünya Savaşı yıllarını da kapsayan- ‘devletçilik’ diye anlatılır ama bu dönemde Türkiye, sanıldığı gibi, milli ve kendi çıkarları doğrultusunda bir iktisat politikası izlememiş; tam aksine, kriz dolayısıyla devletçi (devletçilik kamu çıkarı demek değildir) ve tekelci, rantçı bir ekonomiyi öne çıkaran Avrupa’yı taklit etmiştir. Ama bu taklitçilik, özünde bize dayatılan bir sömürgeleştirme politikası idi.

Kemer sıkma ezberi 

Şimdi gelelim güncele, biz bugün Merkez Bankası politikalarını, özelleştirme uygulamalarını, kemer sıkma politikalarını ve faizi, rantı tartışıyoruz ve bu tartışmalar arasında Türkiye kendisine bir yol arıyor.

Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Babacan, Borsa İstanbul Konferansı’nda yaptığı konuşmada, yapısal reformların kısa vadede kemer sıkmayı gerektirdiğini ancak orta vadede kazandırdığını söyledi.

Gerçekten böyle mi; yoksa bu bir ezber mi? Bu soruya en anlamlı yanıtı geçenlerde Nobel ödüllü iktisatçı  J. Stiglitz, Avrupa’nın krizini anlatırken, söz Almanya’ya gelince verdi. Stiglitz, “Almanya’nın artık modası geçmiş ‘kemer sıkma’ politikaları yüzünden yalnız kendisini değil, AB’yi de uçuruma sürüklediğini söyledi. Ben de bu vurguya şunu ilave edeyim, o bildiğimiz ortodoks kemer sıkma politikalarıyla ne kısa vadede, ne orta vadede, ne de uzun vadede düzlüğe çıkan tek bir ülke yoktur.

Bu kemer sıkma politikaları, yukarıda anlattığımız, 1931’deki Önay Raporu’ndan daha geri bir bakışı içerir. Ne diyordu Önay, ‘say’e (emeğe) daha fazla pay vereceksiniz, büyük sermayeyi denetleyecek ve gerektiği gibi vergilendireceksiniz, küçük işletmeleri ve milli olanı destekleyeceksiniz.” Ama şu ‘kemer sıkma’ denilen ‘şey’ hiç de -sanıldığı gibi- liberal bir yaklaşım değildir. Bir bakıma İnönü-Atay devletçiliği ile IMF politikaları karışımı bir ‘şeydir.’