Konuşana da bakın hele!

İsmini duyduğumuzda önümüzü ilikleme gereği duyduğumuz, saygın bir yazar ve akademisyen olan, aynı zamanda “Bir insan saygın niteliğinden nasıl sarfınazar eder?” sorusuna cevap teşkil eden saygıdeğer Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan, son haftalarda gazetelerdeki tiraj kaybıyla ilgili olarak bir değerlendirme yapmış...

Daha doğrusu, gazetelerdeki tiraj kaybını, hükümet-cemaat tartışmasındaki “seviyesiz üsluba” bağlamış.

Buyuruyor ki, “Türk kültüründe seviyeli ve çözüme yönelik bir tartışma tarzı geliştirememiş olmamız yüzünden medya, çatışmada hakem mevkiinde duramadı, basın tarihimiz de bu hususta iyi bir sicil vermiyor zaten.”

İnsana tam da, “Konuşana da bakın hele” dedirten bir açıklama...

Ne bereketli bir Türk kültürüymüş ki, Ahmet Turan Alkan gibi saygınlıkta önde giden münevverlere bile “yandaşlar, arsızlar, hırsızlar” diye saydırma imkânı bahşedebiliyor, “kutu kutu dolar” şeklindeki seviyesiz benzetmelerine rağmen onu hakem mevkiinde tutabiliyor.

Neymiş efendim?

Sevabına tekrarlayalım:

Hakem mevkiinde duramamışız...

Seviyeli ve çözüme yönelik bir tartışma tarzı geliştirememişiz...

Bu hususlarda sicilimiz bozukmuş...

Doğru...

Bu hususlarda sicilimiz bozuk ve muhterem Ahmet Turan Alkan da hiç iyi sicil bırakmadı... Çirkin üslubu ve “gözü dönmüş halleri” itibariyle çok kötü bir sınav verdi.

Madem söz çatışmadan, üsluptan, kötü sicilden açıldı, biraz da bu konularda hep iyi sicil bırakmış ve samimiyetle bir kavgayı önlemeye çalışan Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’ye kulak verelim.

Hüseyin Gülerce, “hükümet-cemaat kavgası” olarak bilinen çatışmanın nasıl, ne zaman ve hangi şeraitte biteceğini yazıyor, yine samimiyetle...

Küçültücü ve alçaltıcı sıfatlar kullanmıyor, “hırsızlar, yandaşlar, arsızlar” diye saydırmıyor, “Firavun, Karun, Yezit, Baş Canavar” benzetmeleri yapmıyor, ülkesini Batı’ya şikâyet etmiyor, “Bilmem kaç oyla da gelseniz bu ülkeyi yönetemezsiniz” şeklinde Vural Savaş tutumları sergilemiyor...

Dosdoğru ve yürekten gelen ifadelerle çözüm önerilerini sıralıyor.

Okuyalım: “Daha önce de ifade ettim, çıkış yolunu kolaylaştıracak iki esas var: / Birincisi, demokratik terbiyeyi bozmadan, ilke ve esasları savunarak hukukun üstünlüğüne sahip çıkmak... Bütün iddiaları, yargının neticelendirmesini savunmak... Yargı kararları olmadan kimseyi mahkûm etmemek... Bu konuda çok dikkatli olmak... Peşin hükümlerin, psikolojik harp taktiklerine dayalı algı oluşturmalarının önünü kesmek... İlle de hukuk, ille de demokrasi demek... / İkinci esas, duruşumuz, üslubumuzdur. Kim üslup güzelliğini korursa, kim diline sahip çıkarsa onun başı yarın dik olacaktır. Üslup, usul kadar değerlidir. Yanlış üslup, haklı olduğunuz yerde sizi haksızlığa mahkûm edebilir. Kaldı ki, mümin duruşların ne güzel bir düsturu var: Sövene dilsiz, dövene elsiz gerek... Rencide olsan da rencide etme, kırılsan da kırma...”

Hüseyin Gülerce böyle diyor...

Ben de üçüncüsünü ilave etmek istiyorum:

Evet, peşin hükümlü olmayalım, psikolojik harp taktiklerini kullanmayalım, demokratik terbiyeyi bozmadan, ilke ve esasları savunarak hukukun üstünlüğüne sahip çıkalım ama yasama ve yürütme erklerine karşı bir tür “masuniyet alanı” oluşturmuş “yargı”nın her tasarrufunu da “hak buyruğu” gibi görmeyelim.

Bu aynı zamanda, siyasi bir tartışmadır...

Durumdan vazife çıkarmaya meyyal bu yargı, ayrıca yürütmenin alanına girmiş, “yürütmenin tasarruflarını muhakeme konusu yapmak istemiş”, daha da kötüsü “kuvvetler ayrılığı ilkesini” zedelemiş ve kendisini hiyerarşinin en tepesine yerleştirmiş bir yargıdır.

Biz bu yargıya güvenmiyoruz.

Bütün darbeleri meşrulaştıran, icabında “Başbakan asan”, icabında Sıkıyönetim Mahkemeleri ihdas eden, icabında darağaçları kuran, icabında ideolojik tavır bu yargıya niçin güvenelim ki?