Ne büyük cesaret! Başbakan’a “takır takır soru sorabilen” bir gazeteci çıktı... Bugünleri de gördük şükür... Türkiye, o eski Türkiye değil... Ne mutlu bize...
Kaç gündür, bu cesaret şahikası gazeteci konuşuluyor sosyal medyada ve artık “bazı gözlerin arkada kalmayacağı” söyleniyor.
Biri, “O gazetecinin gözlerinden öpüyorum, mesleğin onurunu kurtardı” diye yazmış.
Başbakan’a taktır takır soru sorulmasını “cesaret çizgisi” olarak koyan meslektaşımızın “Bravo”lu çığlıklarını ve “Tayyip”li laubali muhatap olma girişimlerini şimdilik bir kenara koyalım. Döneceğiz o mevzuya...
Nasıl bir sıkı düzende yaşıyoruz ki, bir gazeteci çıkıp Başbakan’a takır takır soru sorabiliyor. Ve o gazetecinin başına bir şey gelmiyor.
Mesela, gazetesi kapatılmıyor.
Kendisini İstiklal Mahkemesi’nin karşısında bulmuyor.
İdamla yargılanmıyor.
Özür dilemesi karşılığında yargılamadan muaf tutulacağı söylenmiyor.
Hani “diktatörlükte” yaşıyorduk ve basın zapturapt altına alınmıştı?
Bu nasıl diktatör ki, takır takır sorular karşısında, sadece gardını alıyor ve ancak “takır takır cevaplarla” yetiniyor... Kendisini savunuyor yani...
İktidara geldiği günden itibaren savunma halinde zaten...
Hatırlayalım: Aday olması önlenecektir, birtakım darbe tertipleriyle karşı karşıya bırakılacaktır, partisi hakkında kapatma davası açılacaktır, Cumhurbaşkanı seçmesine izin verilmeyecektir, e-muhtıraya muhatap olacaktır, yaptığı anayasa değişiklikleri Anayasa Mahkemesi’nden dönecektir; bütün bu girişimlere karşı, hep “savunma” halinde olacaktır.
Hakikaten bu nasıl diktatör?
Madem “bugünleri de gördük çok şükür”, birazcık da düne bakalım.
Bakalım, “medyanın altın çağı” olarak gösterilen dönemde karşımıza ne çıkacak?
Hayır, Yunus Nadi’li yıllardan söz etmiyorum...
Medyanın nasıl şekillendirildiğini, hangi diktatörün “yüksek emirleri” doğrultusunda gazetelerin “yaşatıldığını” yazmayacağım. Malumu ilam etmenin gereği yok.
Farklı olana tahammül göstermeyen bir medya düzenleri vardı. Tayin edilmiş, önceden belirlenmiş görüşlerin dışında bir “görüş” izhar edemezdiniz.
Dogmalaştırılmış düşüncelere karşı çıkmanız, resmî öğretinin dışında bir “tez” ileri sürmeniz, sadece “cumhuriyet düşmanı” ilan edilmenize yarardı.
Derin devletin medya zaptiyeleri her an ensenizdeydi.
Hitler’in Göbbels’i, Stalin’in Jdanov’u neyse, medya zaptiyeleri oydu.
Düşüncenin ancak özgür ortamlarda gelişeceğine, farklılığın bir zenginlik, bir çeşitlilik, bir anlamda “çoğulculuk” olduğuna onları inandıramazdınız
Çünkü, “barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” sözünden, dolayısıyla bu sözün vazettiği çoğulcu anlayıştan fersah fersah uzaktılar.
Düşünceye düşünceyle karşılık vermek yerine “linç” yöntemlerini benimserlerdi.
Daha da kötüsü, bütün darbelerin arkasında hizalanırlardı.
Buydu medya düzenleri...
Kenan Evren gibi bir darbecinin karşısında nezaketten kırılan meslektaşlarımızın, “diktatör”, “zavallı”, “sefil” “kof kabadayı”, “garson yamağı” diye salladıkları ve sadece savunma halinde bıraktıkları Başbakan’a karşı sinik ve karşılıksız bir özgürlükçü dili benimsemiş olmaları kaç puan?
Diktatöre bakın ki, sadece birtakım KJ’lerden duyduğu rahatsızlığı dile getirebiliyor. Basına müdahalesinin limiti bu...
Ben de diyorum ki, korkmayın...
Size bir şey olmaz:
Hâlâ basının yüzde 70 sizin elinizde.
Reklam pastasından en büyük dillimi siz kapıyorsunuz.
Başbakan, tanıdığı ve hukuk tesis ettiği bir medya yöneticisini arar... Buna güç yetirebilir... Ama rezillik yapma hakkınızı elinizden alamaz.
Darbeleri desteklemeye; “Tayyip”, “diktatör”, “zavallı”, “kof kabadayı”, “garson yamağı” diye sallamaya devam edebilirsiniz.