Bir tarihte, büyücek bir zarf buldum masamda. Postayla gönderilmiş. Gönderenin ismi yok. Nereden geldiği de seçilmiyor. Zarfın rengi “sarı...” Herhalde “resmi gönderi” izlenimi uyandırsın diye böyle bir renk seçilmiş.
Gönderici zat, zarfın içindeki bilgilerden bir haber çıkacağını/çıkarabileceğimi düşünmüş olmalı ki, “çok önemlidir” ibaresini düşmüş.
Zarftan, günün yaygın ifadesiyle bir “tape” çıktı...
İki kişi arasındaki konuşmanın dökümü yani...
Biri bir belediye bürokratı, diğeri ünlü sayılabilecek bir politikacı, ne olduğu tam anlaşılamayan bir izin meselesini konuşuyorlar. Birtakım rakamlar zikrediliyor. Yine ünlü sayılabilecek birtakım kişilere küfrediliyor... Bazı polis şeflerinin ismi veriliyor... Dedikodular ve özel hayat bilgileri geçit resmi yapıyor...
Tuhaf, karmaşık, zor çözülebilir bir metin...
İyi bir gazeteci bu durumda ne yapar?
Gelen bilgiyi haberleştirir...
Bunu yapamıyorsa, ismi geçen kişilere ulaşır, iddiaları araştırır, elde ettiği bilgileri bir kenarda mahfuz tutar ve “zamanı geldiğinde” patlatır...
İyi bir politikacı da, sorgulamadan, vicdani bir muhasebeye tabi tutmadan, “Bu yaptığım ayıptır, suçtur, terbiyesizliktir” demeden, zarftan çıkan bilgileri grup toplantılarında, şurada burada dile getirir, ismi geçen kişileri kamuoyu önünde rezil rüsva eder ve buradan siyasi fayda devşirmeye çalışır...
Ben kötü gazeteciliği seçtim...
Gelen zarfı yırtıp çöp kutusuna attım.
Benzeri bir olayı, o sırada yardımcılığımı yapan sevgili Mustafa Cesur’la da yaşamıştık. Bir muhabirimizin getirdiği şaibeli ve kaynağı belirsiz “telefon kayıtlarını” yırtıp çöpe atmıştık.
Gazetecilik hayatım boyunca, bu çizgiyi (bu çekinceyi) koruduğumu düşünüyorum.
Masamda, şimdi, bir meslektaşımızın “Herkes kirli, ben temizim” demeye getirdiği kitabı duruyor.
Meslek hatıralarını, daha doğrusu “meslekte karşılaştığı zorlukları” yazmış...
Bildik olaylar...
Bildik izlenimler...
Hangi dönemde yaşarsa yaşasın, neredeyse her gazetecinin, “İşte ben bunları yaşadım, ne zorluklardan geçtim” diyebileceği türden ve esasında meslek açısından çok da sürpriz sayılmayacak zorluklar. İktidar-medya ilişkilerinin bir veçhesine işaret ettiği için değişmeyen, değişmeyecek zorluklar...
Eskiden de böyleydi...
Bundan sonra da böyle olacak ve sektör devletle girdiği “akçalı ilişkilerden” vazgeçmediği sürece böyle olmaya devam edecek.
Meslektaşımız, “Ben çok temizim” demeye getirirken, başkalarına ait “kirliliklerden” örnekler veriyor. Kendisine gelen özel mesajları, namusuna emanet edilmiş sözleri, iki kişi arasındaki “mahrem konuşmaları” yayınlıyor... Bizleri “temiz” olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Bunu da kirli, berbat ve “namus”la telif edilemeyecek bir dille yapıyor.
Bir başka meslektaşımıza ait “anılar” kitabında da benzeri bir sıyrılma ve “dışarı çıkma” çabası var...
Bazı olayları, “ilk kez karşılaşmış” gibi yazıyor ve kendisi dışındaki dünyanın (medya ve siyaset dünyasının) ne kadar da kirli olduğunu kanıtlamaya uğraşıyor. (28 Şubat sürecindeki performanslarını hiç hatırlamıyor ama... Dünyaları ezelden “nezahet” üzerine kuruluymuş gibi...)
Bugün bakıyoruz, tertemiz ve nezih gazetelerde (bunların büyük bölümü “sol” iddiasındaki gazeteler), Başbakan’ın yasa dışı kaydedilmiş telefon görüşmeleri geçit resmi yapıyor. Tertemiz ve nezih politikacılar da, bu kayıtları grup toplantılarında okuyor.
Daha da kötüsü, bu durum (Ardan Zentürk’ün ifadesiyle), medyanın büyük bölümü tarafından “rutin ve normal bir uygulama” olarak kabul ediliyor.