Kurban ruhu ve sinema

Kurban bayramının yakınlaşma ve feragat anlamını algılamaya çalıştığımız ve dünyanın topyekun olmasa da bölgesel savaşlarla aslında ilan edilmemiş bir dünya savaşı yaşadığı şu günlerde sinemanın bu konjonktürde nereye oturduğu üzerine iyi düşünülmesi gerektiğini zannediyorum. Sinemada (son dönem Türk sinemasında) cinsiliğin et düzleminde yaşandığı idrak edildiğinde, aslında yaradılış düşüncesiyle ne kadar tezata düşüldüğü kavranmalıdır. Nefse bir çeşit zulüm olarak gördüğüm, zihni ve dimağı tahrip eden, manipülatif olan ama belki de bunun farkına varamayan, öte yandan bir önerme halinde ideolojik olduğu da gözden kaçmayan, resmi kurumlardan destek alan, en büyük film festivallerimizde ödüllerle karşılaşan bu filmler aslında en büyük kötülüğü sinemanın kendisine, sonra yönetmene, sonra da seyirciye yapmaktadırlar.

Dünyanın bu denli çalkantılı günler geçirdiği, yoksulluğun, yoksunluğun kimi yörelerde had safhada yaşandığı, adaletsizliğin bayağı hüküm sürdüğü modern zamanlarda, son kertede bir haz olgusu olarak karşımıza çıkan sinemanın bu şekilde temsil bulması ayrı bir zulüm mekanizması olarak addedilmelidir. Üstelik bu tavrın belli çevrelerce onore edilmesi, ödüllerle taçlandırılması, kimi genç yönetmenleri de benzer şekilde yönlendirmekte, ancak o şekilde film yapıldığı takdirde saygınlık kazanılacağı satır arasında va’zedilmektedir. Oysa mahremin insanın kendisine ve muhayyilesine bırakılmasının çok daha insanca olduğu düşünülecek olursa, filmlerden o sahneler yoksayıldığında ana metinden hiçbirşeyin eksilmediği fark edilirse ve bazı şeyleri anlatmanın çok farklı yolları olabileceği kavranabilirse sinema hakettiği görsel saygınlığa ulaşacaktır.

İfratla tefrit arasında gidip geldiğimiz şu günlerde, sinemanın da bu dengeyi gözeterek, en azından bazı şeylerden fedakarlık ederek insana, fıtrata daha yakın olan muvazenede durmayı öngörmesi insanın şanına yaraşır bir duruş olarak tezahür edecektir. Görsel olanın sözel izdüşümü de diyaloglardaki sertlik, kabalık olarak göze çarpmakta. Hayatta kurduğumuz insan ruhuna has dengeler sanat yaratımlarında da esirgenmemelidir. Dolayısıyla sanat eseri bir yerde yönetmenin aynası olmakta, bir yönetmen hayatı ne şekilde algılıyor ve yaşantı birimi haline getiriyorsa filminde de o tarzda bir yöntem ortaya koymaktadır. Sanat nereye kadar gerçekçi olmak durumundadır, nereye kadar olması gereken bir düzlemde temsil ve söylem kurmak olarak ele alınmalıdır? Herkesin belli bir iddiadan hayati fenomenlere yaklaştığını kabul edecek olursak, aslında olması gereken de oluyordur ancak yine de inanılan değerler muvacehesinde kendi tavrının arkasında durulmalıdır. Dolayısıyla sanatta bir değerler mücadelesi verildiği pekala söylenebilir, bu mücadele bazı bakımlardan oldukça zorlu geçmekte, herşeye rağmen karşılıklı duruşta üslup meselesinin çok önemli olduğu unutulmamalıdır. Bu bayramın gerçek manasının saptanmaya çalışılmasını ve farkındalığımızın artmasını, dünyada acı içindeki toplumların acılarının azalmasını dilerim. Acısız bir hayatın olmayacağı da, onun değeri de malumumuzdur.