M. Yalçın YILMAZ
M. Yalçın YILMAZ
yalcin.yilmaz@star.com.tr
Tüm Yazıları

Küresel Polis Emekli Olurken: Ankara İçin Yeni Manevra Alanları

ABD Başkanı D. Trump uzun süredir Amerikan devlet aklının merkezinde bulunan 'küresel polis' rolünü artık taşıması güç bir yük olarak görüyor. Buradan doğan boşluk ise ABD'nin yakın çevresinde, özellikle Asya-Pasifik, Ortadoğu ve Avrasya koridorunda orta ölçekli güçlerin manevra alanını genişletiyor.

ABD'nin stratejik dağınıklığı yayınlanan yeni güvenlik doktriniyle toparlanabilir mi? Bu doktrin, klasik Amerikan müdahaleciliğini yeniden üretmekten ziyade maliyetlerin keskin biçimde azaltıldığı, bölgesel sorumlulukların yerel aktörlere devredildiği ve küresel rekabetin daha dar bir çerçevede yeniden ölçeklendiği bir yaklaşımı öne çıkarıyor.

Vaşington'un Ortadoğu'ya bakışında bu yeni paradigmanın bir süredir yansımasını görüyorduk. ABD, Irak ve Afganistan hatalarının ardından uzun süreli kara operasyonlarının hem maliyet hem sonuç bakımından sürdürülebilir olmadığını kabul etmiş durumda. ABD'nin çatışma bölgelerindeki beceriksizliğini kabul eden Trump yalnız değil. Arkasında hatırı sayılır bir iradenin olduğu belli.

Yeni doktrine göre İran'ı çevreleme stratejisi, Körfez ülkeleriyle teknoloji ve enerji eksenli işbirlikleri ve İsrail–Arap normalleşmesini (İbrahim Anlaşmaları) ilerletme arayışı, bu bölgeye doğrudan askeri yük taşımadan -masrafsız- nüfuz etme isteğini yansıtıyor.

Suriye dosyası ise bu çerçevenin en kırılgan halkası. Washington'ın "maksimum etki–minimum yük" yaklaşımı, sahadaki dengeleri yönetirken YPG/SDG'yi operasyonel bir araç olarak konumlandırıyor. DEAŞ bahanesiyle finanse edilen SDG'nin aslında İran'a karşı bir set olduğunu unutmayalım.

Mazlum Abdi'nin İsrail basını üzerinden yaptığı çağrılar ABD politikasına etki etmekten ziyade ABD'nin maliyet hesabı içinde küçük bir etkiye sahip. Buna karşın Türkiye, Vaşington için bu dosyada güvenlik algısının merkezinde yer alıyor; Fırat hattının doğusu ve Tel Rıfat–Münbiç ekseni Ankara'nın kırmızı çizgileri arasında olmaya devam ediyor. Hem 10 Mart mutabakatının uygulanması için vakit daralıyor.

ABD'nin yeni konsepti ne denli uygulanabilir bilinmez. Trump'ın bu yeni rotada yalnız olmadığı ise bir gerçek. Bu doktrine olan ilgimiz Ankara cephesinden olasılıkları görmek için. Türkiye artık yalnızca NATO'nun güney kanadında sabit bir kuvvet değil, Suriye'de kısmen istikrarı sağlayan, Libya'da oyunu değiştiren, Balkanlar'da ve Kafkasya'da denge diplomasisini yürüten bir güç.

Ukrayna-Rusya krizinin en başından beri Türkiye'nin ilkeli duruşu Karadeniz'in güvenliği bakımından da önemini gösterdi. Montrö'yü delmeyen Ankara Karadeniz limanlarını bugüne kadar güvenli kılmaya çalıştı. Karadeniz, Ukrayna savaşından bu yana ABD'nin NATO içinde yeniden konumlandırmak istediği stratejik koridor haline geldi. Avrupa'nın askeri kapasitedeki kırılganlığı ve yeni güvenlik mimarilerine mesafeli kalması, ABD'yi bu hem Doğu Akdeniz hem de Karadeniz-Avrasya koridorunda bölgesel ortaklara yöneltiyor. Türkiye'nin kıymeti bu sebeple artıyor. Trump'ın Erdoğan iltifatları boşuna değil. Avrupa medyasında ise Erdoğan artık 'otoriter kötü adam' değil.

ABD için Karadeniz kıyılarında Rusya'nın baskısını kontrol altına alacak caydırıcı mimarinin kurulması açısından vazgeçilmez bir aktör. Doğu Akdeniz'de de benzer bir tablo beliriyor. 2020–2023 arasında Türkiye'yi dışlayıcı bir hat oluşturmaya çalışan Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail ve Mısır ekseni, bölgesel ve küresel dinamiklerin değişmesiyle anlamını büyük ölçüde yitirdi. ABD enerji şirketlerinin yeniden bölgeye yönelmesi, İsrail gazının ihracat seçeneklerinin daralması ve Avrupa'nın kalıcı enerji krizi, Türkiye'nin dışlandığı senaryolara alan bırakmıyor. Vaşington'un yeni yaklaşımı Ankara'yı dışarıda bırakmak yerine maliyetleri azaltacak şekilde ortaklaştırmayı daha akılcı görüyor.

Tam da bu noktada Türkiye–ABD ilişkilerinde enerji dosyasının stratejik niteliği belirginleşiyor. Türkiye yalnızca enerji tüketen bir ülke kimliğinden çıkarak, LNG ticaretinde bölgesel bir merkez olma iddiasını pekiştiriyor. ABD ile yapılan anlaşmalar, BOTAŞ'ın esnek teslim noktalarıyla Avrupa'ya doğru genişleyen bir ticari kapasite oluşturuyor. Avrupa'nın Rusya bağımlılığından kopuşunun hızlanması, Türkiye'yi enerji güvenliği üreticisi konumuna taşıyor. Bu durum ABD açısından yalnız ekonomik bir tercih değil; Orta Doğu–Doğu Akdeniz–Balkanlar-Hazar ekseninde kurulan yeni güvenlik mimarisinin tamamlayıcı alanı. Enerji artık Türkiye'nin jeopolitik ağırlığını artıran bir kaldıraç haline gelmiştir.

ABD'nin Çin'e yönelik stratejisi bu tabloyu daha da genişletiyor. Vaşington, Pekin'i yalnızca ekonomik bir rakip olarak değil, Amerikan küresel konumunun uzun vadeli sürdürülebilirliğini tehdit eden yapısal bir meydan okuma olarak algılıyor. Çin'in tedarik zincirleri üzerindeki baskınlığı, teknoloji üretimindeki ilerleyişi ve Kuşak–Yol güzergâhlarını jeopolitik araçlara dönüştürme kapasitesi, ABD'yi Avrasya'nın tamamında yeni ortaklıklara yöneltiyor. Türkiye, Asya–Avrupa enerji ve ticaret hatlarının birleştiği noktada bulunması nedeniyle bu rekabetin dolaylı fakat kritik bir ortağı. ABD'nin Çin'i çevreleme stratejisi yalnızca Pasifik'i değil, Avrupa'nın enerji ve tedarik güvenliğini de kapsıyor; Türkiye bu hatların güvenlik maliyetini azaltan bir ülkeye dönüşüyor.

Avrupa'ya bakış ise ABD stratejisinin en farklılaşan yönlerinden biri. Washington'ın değerlendirmelerinde Avrupa artık eski stratejik ağırlığını taşıyamayan, ekonomik dinamizmini kaybeden ve askeri kapasitesini sürdüremeyen bir bölge olarak kodlanıyor. ABD'nin beklentisi Avrupa'nın savunma harcamalarını hızla artırması ve Atlantik güvenlik mimarisinde yük paylaşımını üstlenmesi. Ancak reel kapasite ile beklenti arasındaki boşluk, ABD'yi Türkiye gibi bölgesel güçlere daha fazla görev devretmeye yöneltiyor. Bu sadece güvenlik boyutunda değil; enerji güvenliği, tedarik zinciri sürekliliği ve göç yönetimi gibi alanlarda da Türkiye'nin değerini yükseltiyor.

Tüm bu değişkenler birleştiğinde ortaya çıkan resim, Türkiye'nin bölgesel konumlanmasının yalnızca askeri veya diplomatik bir başlıktan ibaret olmadığını gösteriyor. Enerji koridorlarının yeniden tanımlandığı, Karadeniz'in Avrupa güvenlik mimarisinin merkezine oturduğu, Doğu Akdeniz'in dışlayıcı bloklardan arındığı ve Suriye'nin düşük maliyetli statükoyla yönetilmeye çalışıldığı bir dönemde Türkiye'nin ağırlığı doğal olarak artıyor. ABD'nin küresel stratejisinde yaşanan yeniden ölçekleme, Ankara için risklerden çok fırsatlar üretme eğiliminde.

Trump dönemi bu bilinmeyen tabloyu daha görünür kılıyor. Trump haklı olarak artık geniş coğrafyalara yayılan jandarma misyonunu taşımak istemiyor. Enerji güvenliği, bölgesel ortaklarla yürütülen düşük maliyetli güvenlik mimarileri ve büyük güç rekabetinin kontrollü yönetimi ABD dış politikasının yeni parametreleri arasında. Türkiye bu parametrelerin her biriyle kesişen nadir ülkelerden biri. Karadeniz'den Doğu Akdeniz'e, enerji diplomasi­sinden Suriye'nin çok katmanlı yapısına kadar birçok dosyada Ankara'nın manevra kapasitesi artıyor.

Türkiye–ABD ilişkilerinin konjonktürel değil, karşılıklı çıkarların merkeze alındığı yapısal bir dönüşüm içinde olduğunu görmeliyiz. Ortadoğu'dan çekilmeye çalışan, Çin'le rekabeti merkezileştiren ve yaşlanan Avrupa'ya karşı eleştirel bir pozisyon alan bir Trump var karşımızda. Buna karşılık enerji koridorlarını çeşitlendiren, Akdeniz-Karadeniz–Kafkasya ekseninde etkisini artıran ve Suriye dosyasını ulusal güvenlik perspektifinden yönetmeye çalışan bir Ankara bulunuyor. Bu kesişim noktası, iki ülke arasında yeni bir stratejik ortaklığın zeminini oluşturuyor. Bu ortaklık, yalnız askeri dosyalar üzerinden değil; enerji, tedarik güvenliği ve bölgesel istikrar üreten bir jeopolitik mimariye yaslanıyor.