Takvimlerin 23 Aðustos 1973’ü gösterdiði gün, Ýsveç’in baþkenti Stockholm’de Kreditbanken’in bir þubesine giren 2 kiþinin tek hedefi vardý, bankanýn kasasýndaki parayý alýp gitmek. Aslýnda, soygunculardan biri, Ýsveç’in sosyal demokrat/özgürlükçü yasalarýndan yararlanan eski bir mahkumdu, söz konusu bankada “cezasýný tamamlamýþ hükümlü” kadrosundan kýsa süre önce göreve baþlamýþtý: Jan-Erik Olsson.
Ýþler planladýðý gibi gitmedi. Polis müdahalesi tahminlerden önce gerçekleþti ve Olsson ile arkadaþý, dört banka görevlisini rehin almak zorunda kaldýlar: Birgitta Lundblad, Elisabeth Oldgren, Kristin Ehnmark ve Sven Safstrom.
Ýþte ne olduysa, ondan sonra oldu. 131 saat süren rehine krizi sýrasýnda rehineler ile kendilerini rehin alan Olsson arasýnda beklenmedik bir “olumlu iliþki” gerçekleþti, kýsa zaman içinde rehineler, kendilerini rehin alan þahýslarýn geleceði hakkýnda çok ciddi endiþeler taþýmaya, hatta muhtemel bir polis harekatý için gönüllü gözcülük yapmaya baþladýlar.
Jan-Erik Olsson ile en yakýn iliþkiyi Kristin Ehnmark kurmuþtu, hatta ikilinin aralarýnda bir gönül iliþkisinin doðduðu iddialarý daha sonra gündeme geldi. Ehnmark, kendileriyle telefonla temas kuran dönemin Baþbakaný Olof Palme’ye, soyguncularý korumuþ, kendilerinden hiçbir zarar görmediklerini ýsrarla belirtmiþti.
Sonuçta olay, kimsenin burnu kanamadan sonuçlandý fakat, konu, psikiyatri bilim alanýnda “Stockholm sendromu” adýyla yerini aldý.
Sendrom, suç psikolojisi uzmaný Nils Bejerot ve psikiyatr Frank Ochberg tarafýndan incelendi. Ýki uzman doktor, ilerleyen yýllarda çok sýk olmamakla birlikte, bazý rehine olaylarýnda tekrarlanan sendromu þöyle tarif ettiler:
1- Rehine alýnan kiþiler, kýsa zaman içinde kendilerini rehin alanlar tarafýndan öldürüleceklerine inanýyorlar.
2- Bu düþüncenin verdiði korkuyla, yemek yemek, tuvalete gitmek gibi günlük ve sýradan eylemleri gerçekleþtirmek için bile izin alma psikolojisine yöneliyorlar.
3- Rehin alanýn basit taleplerini nazik bir þekilde karþýlamasý halinde ise, hemen, söz konusu þahsýn kendilerini hayatta tutabilecek tek kiþi olduðuna inanmaya baþlýyorlar. Bu durum rehine alan ile rehine arasýnda güçlü bir duygusal baðýn kurulmasýna ve rehinenin baðýmlýlýðýna dönüþüyor.
Ýþin özeti, insanlar derin çaresizlik yaþadýklarý anlarda güçlü gördüklerinin asýl kimliklerine dikkat etmeden bir “baðlýlýk duygusu” geliþtiriyorlar.
“Stockholm sendromu” 21’inci yüzyýlýn bu fýrtýnalý döneminde tüm insanlýk açýsýndan kendini hissettiren bir duygu olarak ortaya çýkýyor.
Devletler, vatandaþlarýna nedenini tam olarak anlatmadýklarý bir süreçte sürekli savaþa hazýrlanýyor. Düþünün, Ýstanbul’daki bir konsolosluk binasýnda çatýr çatýr adam kestiler…
Nükleer bomba düðmelerinin siyasi açýklamalara malzeme olduðu, donanmalarýn dar alanlarda karþýlýklý manevra yaptýðý, bombardýman görüntülerinin kanýksandýðý, dünyanýn en geliþmiþ silahlarýyla hemen her gün çocuklarýn öldürüldüðü bir vahþet çaðý…
Ýnsanlar, oluþturulan bölgesel savaþlarda yalnýz mermi veya bombalarla deðil, açlýktan ölüyorlar…
Dünyada 260 milyon insan iklim deðiþimi, siyasal nedenler veya doðrudan bölgesel savaþlarýn zorlamasýyla hareket halinde bunun 64 milyonu resmen mülteci statüsünde…
Dünya Savaþý yýllarýnýn temerküz kamplarý ile karþýlaþma riskine doðru yol almaktadýr.
Bu, sürdürülebilir bir durum deðil ama insanlýk, rehine kaldýðý bu berbat durumdan kurtuluþu aramak yerine, sorunlarý her geçen gün biraz daha derinleþtiren liderlere daha güçlü bir þekilde sarýlmayý tercih ediyor.
Bu, bir, “Stockholm sendromu”dur.
Ýnsanlýðýn toplu terapiye ihtiyacý olduðu çok açýktýr.