Garanti Bankası bu sene kurumlar vergisi rekortmeni oldu; ödediği vergi altı yüz milyon doları aşan bir vergi miktarı.
Kurumlar vergisi şampiyonlarına baktığınızda aslında Türkiye ekonomisinin dönüşümünü de görüyorsunuz, bankalar ilk ona, Türk Telekom ve Turkcell dışında egemen olmuşlar; geçen sene bu ilk on listesinde TÜPRAŞ vardı, bu sene o da yok.
İktisatçıların bu listeyi iyi analiz etmeleri gerekiyor kanısındayım.
Ancak, meselenin başka bir boyutu daha var ve kanımca, başta Türkiye gibi tasarruf açığı yani cari açık problemi yaşayan ülkeler olmak üzere, bu konunun yavaş yavaş ciddi olarak tartışılması lazım.
Türkiye’de kurumlar vergisi gelirinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde on dolayında ve bu oran uzun senelerdir, küçük sapmalar dışında pek değişmiyor; kurumlar vergisinin toplam bütçe gelirleri içindeki payı da yüzde altı dolayında.
Kurumlar vergisi vazgeçilmez bir vergi midir?
Kurumlar vergisi kurum kazançları üzerinden alınan bir vergi.
Kurum, kazancını temettü olarak ortaklarına dağıtabiliyor, bu bir tercih, bu temettüler zaten gelir vergisi kapsamında, üstelik artan oranlı bir biçimde vergilendiriliyorlar.
Kurumun temettü olarak dağıtmadığı karlar ise kurumlar vergisi kapsamında vergilendiriliyorlar.
Bu uygulama yani kurumların dağıtmadığı karlarının kurumlar vergisi kapsamında vergilendirilmesi ülke ekonomileri için, üstelik bizim gibi tasarruf açığı üreten ülkeler için ne kadar anlamlıdır, bu konunun mutlaka iyi düşünülmesi gerekiyor.
Dağıtılmayan karlar kurumlar vergisi olarak kamulaştırılmadığı ölçüde bu karlar kurum bünyesinde kalacak, başka bir ifadeyle de yatırım özelliği kazanacak.
Yine başka bir ifadeyle, kurumunu yatırım olarak değerlendirebileceği bir para vergi olarak kamu harcamalarının finansmanına gidiyor.
Bu karar, bu uygulama ne kadar doğru bir karar, ne kadar doğru bir vergi uygulamasıdır?
Üstelik meselenin bir de dinamik boyutu var, yani kurumlar vergisinin olmadığı bir sistemde kurum, hissedarlar, vergiden kaçınmak için, temettü dağıtmama yolunu da seçebilir, bu da şirketin yaptığı yatırımın daha da büyümesi anlamına gelecektir.
Ancak, bu aşamada şu konuyu da belirtmek zorundayım, aslında bu tartışma bizim ülkemizde biraz havada bir tartışma çünkü daha doktora yaptığım senelerden beri özel tasarrufların şahsi tasarruf-kurum tasarrufu oranını bilemiyoruz, TUİK nedense bu istatistiği üretmiyor, araştırmacıların hizmetine sunmuyor, OECD ülkeleri arasında bu veriyi üretmeyen bizden başka ülke yok, bunun nedenini anlamakta çok zorlanıyorum.
Şirketler hukuku ve vergi hukukunun kesişme alanlarında bu önerime itirazı gerektirebilecek konuların mevcudiyetini biliyorum ama bu noktalar, şayet kurumlar vergisinin olmaz ise olmaz bir vergi türü olmayabileceğine inanıyor iseniz, aşılamayacak sorunlar değil.
Anayasa Mahkemesi eşitlik ilkesi, mali güç ilkesi gibi kavramlar üzerinden nasıl bir yorum yapar, bilemem ama kurumlar vergisinin sıfırlanması kurumların halka açılması, sermaye piyasalarına açılması, anonim şirket statüsünü tercih etmeleri için bir havuç olarak da kullanılabilir, buna da kanımca önemli bir engel yok.
Yegane engel yerleşik zihniyet yapımız ve maliyeci (meslektaş) muhafazakarlığıdır.
Kurumsal tasarrufları (yatırımları) arttırmak Türkiye’nin tasarruf açığı, cari açık problemi, düşük büyüme gibi sorunları aşması için çok önemli bir yöntemdir.
Bir iktisatçı, bir maliyeci olarak tasarrufları vergilendiren, nihai olarak tasarruflar üzerinde kalan her türlü vergisel enstrümanı, vergi yükünü anlamakta çok zorlanmışımdır.
Yukarıda belirttiğim gibi kurumlar vergisinin bütçe gelirleri içindeki payı yüzde altı dolayında; bu vergiden vazgeçilmesi statik açıdan baktığınızda önemlidir, zararlıdır ama bu vergiden vazgeçmenin, devreye girecek başka mekanizmalar üzerinden, ne kadar istihdam ve ne kadar yeni vergi matrahı üreteceğini de düşünmek lazım.