Kuşkuların savaşı

Hükümet” ile “Hizmet” arasındaki gerilim niçin var? Nereden çıktı?

Son günlerde epey dudak uçuklatan cevaplar okuyoruz bu sorulara dair.

Bir cenahtaki bazı yazarlar, bir “cunta”dan söz ediyor. İddialarına göre, niyeti Başbakan Erdoğan’ı devirmek, hatta “hapse atmak” olan müthiş bir çete var ortada. Hedef, iktidarı “tasfiye” etmek... Ya da ona “boyun eğdirmek”...

Ama diğer cenaha bakıyorsunuz, orada da bir “tasfiye” ve “boyun eğdirme” korkusu görüyorsunuz. “Camiayı bölme planı”ndan söz eden bir Hizmet mensubu, şöyle diyor yazısında:

Camianın direnişi, dershane konusunda haklılıktan öte, taleplerin ve tasfiyenin son bulmayacağı inancından kaynaklanmaktadır.”

Yani, “eğer geri adım atarsak, iyice üzerimize gelirler” endişesi...

Tabii aynı endişe diğer tarafta da var: Atılacak en ufak bir geri adımın, “sonun başlangıcı” olacağı fikri...

Güven krizi

Kısacası, bana sorarsanız, ortadaki kriz aslında bir “güven krizi”... İki taraf da birbirine güvenmediği, birbirine karşı müthiş kuşkular beslediği için yaşıyoruz yaşadığımız yüksek gerilimi.

Bu durum, yine gazete köşelerinde seslendirilen “çözüm önerileri”nde de gözüküyor.

Bir taraf, “eski devletin tehditkâr yapısı içinde kadrolaşma ihtiyacı hissettiniz, tamam; ama artık devir değişti, yeni devlete güvenin” diyor.

Öteki taraftan, “hayır, güvenemeyiz, siz önce devleti küçültün, gücü dağıtın, o zaman güveniriz; hem zaten bu mütedeyyin arkadaşlara niye güvenmeyeceksiniz ki” mealinde cevaplar geliyor.

Bir başka deyişle, her iki taraf da, “bize güvenin” diyor, ama karşı tarafa güven duymaya bir türlü yanaşamıyor.

Bu güveni imkansız kılan komplo teorileri de epey revaçta. Her iki tarafta da, Türkiye’de hep adet olduğu üzere, diğerinin ardında “dış mihrak” görme eğilimi var:  Bir tarafın zihnindeki mihrak İsrail, diğerininki İran...

Ruanda seviyesi

Mevcut gerilimin sadece kuşkulara dayandığını, hiç bir somut probleme oturmadığını ileri sürüyor değilim. Ama bu derin kuşkular, daha ılımlı yaşanabilecek bir ihtilafı çok daha keskin hale getiriyor.

Zaten bence bu sorun, Türkiye’nin tüm siyasi fay hatlarını derinleştiren, her ayrışmayı çatışmaya dönüştüren “milli” bir sorun.

Çünkü, açıkçası, biz pek normal bir toplum değiliz. Anormal derecede kuşkucu, neredeyse paranoyak bir toplumuz. Kıymetli İskender Öksüz hocanın Star Açık Görüş’teki son makalesinden alıntılayarak belirteyim ki:

Dünya Değerler Araştırması’nın 2005-2009 arasında incelediği 68 ülke arasında Türkiye, Ruanda, Tobago ve Trinidadlar birlikte en altta. Türkiye’de ‘insanlara güvenilir’ diyenler ankete katılanların yüzde 20’sinden az. Daha kötüsü, Türkiye’de güvenin yirmi yıldan kısa bir sürede yüzde 50 civarında azaldığı görülüyor. Bu da dünya rekorları arasında .” (“Ahlakın gerekmediği yer var mı?”, 23 Kasım 2013)

Yani, düşünsenize; daha yirmi yıl önce korkunç bir soykırım yaşayan, neredeyse bir milyon insanın birbirini boğazladığı Ruanda ile aynı seviyedeyiz birbirimize güvenme konusunda!..

Peki durum bu ise çözüm nedir?

Kolay bir çözüm yoktur. Uzun vadeli çözüm, toplumsal “kabile”lerin çözülmesidir ki, sosyolojik bir değişim gerektirir. (En büyük motoru da, kazan-kazan kültürünü geliştiren piyasa ekonomisidir.)

Kısa vadede, hele mevcut gerilimde ise, çözüm “güven artırıcı önlemler”dedir. Kuşkuları azaltmak için diyalog kanalları açılmalı, belki “âkil adamlar”a başvurulmalı, karşılıklı geri adımlar ve jestlerle gerilim düşürülmelidir. 

Yoksa, bu kaybet-kaybet girdabı giderek derinleşir. Ve hem her iki tarafa hem de memlekete büyük zarar verir.