La havle...

Hâlâ, ama hâlâ, “Gezi bir demokrasi şöleniydi” diyorlar. Diyebiliyorlar. 

Yakılan yıkılan yüzlerce kamu binasını, parti binasını, arabaları dükkanları evleri tahrip edilen insanları, ateşe verilen polis araçlarını ambulansları otobüsleri, en pespaye küfürlerle kusmuklarla kirletilen sokakları duvarları, bu çirkinliğe düzülen methiyeleri, sözlü fiziki tacize uğrayanları, sökülen kaldırım taşlarını, mahvedilen ve haftalarca işgal edilen Gezi parkını, başkalarının rahatsız olmasını umursamadan sabahlara dek tencere tava korna çalmanın arsızlığını ahlaksızlığını saygısızlığını unutalım ve yalancı Gezi güzellemelerine kanalım istiyorlar.  

On yıllardır yaşam hakkı da dahil, en temel hakları gasp edilmiş, hayatları mahvedilmiş insanlar ve siyasi hareketler -evet, dindarlar ve Kürtler- Türkiye’nin en can alıcı sorununu çözüyor, ülkeye barış gelecek diye ödleri patlıyor.

Etkin siyasetin bu iki eski olağan şüpheli eliyle yürütülmesine, kendi ellerindeki imtiyazların ise bir bir eksilmesine, daha açık söylersek, eşit olma fikrine katlanamıyorlar.

AK Parti hükümetlerinin elde ettiği büyük siyasi ekonomik başarı da öfkelendiriyor onları.

AK Parti’nin girdiği her seçimden oyunu artırarak çıkması bir yana, oy verdikleri partinin 12 yıl gibi uzun bir zaman diliminde bir kez bile umut vaat etmemesinden dolayı partilerinden utanıyor, nefret ettikleri partiye özeniyorlar.

Yeni CHP ambalajına, daha düne dek adını duyduklarında yüzlerini buruşturdukları badem bıyıklı cemaatle ittifak kurmak zorunda kalınmasına rağmen oy üstüne oy koyamamanın utancıyla eziliyor ve faturayı Türkiye’ye kesmeye kalkıyorlar.

Öyle sıkışmış vaziyetteler ki “müflis Yahudi tüccar misali” eski defterleri karıştırıyorlar.

Gezi günlerinde kaskını giyip sosyal medya başına oturunca, kendini pek devrimci, pek isyancı hisseden ve yalan olduğunu bile bile “Hükümet gençleri paletlerle ezdi”, “çocukları kimyasal gazlarla boğdu”, “burada onlarca ölü var” diye tivitler atıp, bugün hala insan içine çıkabilen, ben de gazeteciyim diyebilenler var.

Yalanlarının yüzlerine çarpılmasından rahatsızlar ama “Kabataş’ta tacize uğradım, bu adli tıp raporum, bu da savcılık ifadem” diyen genç bir annenin beyanını yazan kadın gazetecileri yargılanmakla tehdit edebiliyorlar.

En büyük ayıpları ise ‘mağdurun beyanı esastır’ evrensel ilkesini bu olay özelinde çöpe atmayı, genç kadın tacize uğradı ise bir zahmet ispatlamasını, olayın mobese kaydı yahut öz çekimi yoksa“yalan söyledim” demesini beklemeleri!

Birleşik Haziran kıpırtısı için kalabalık toplamaya çalışıyorlar aslında.  

Lakin Kabataş gayretine rağmen Gezi bir daha tekrar etmez.

Olmadan sönmüş bir devrime suni teneffüs kâr etmez.

İttifaka paralelin katılımı da değiştirmez hiçbir şeyi.

Dün Hilal Kaplan’ın ifade ettiği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçiremeyince Cumhuriyet gazetesini ele geçiren” paralel yapının beli çoktan kırıldı çünkü. Kimi uzuvlarında canlılık alameti görülmesi yapının canlı olduğu anlamına gelmez. Olsa olsa son çırpınıştır o.  

Atanamamış bitli sosyalistlerin, kendilerine bedava bira ve sandviç ısmarlayan kapitalistlerle el ele verip gençlerin ergenlerin arkasına saklandığını, demokratik yollardan iktidar umudu kalmayanların vesayet odakları bir bir çökünce ölülerden medet umduğunu, “üç beş kişi daha ölse çok iyi olurdu” diye el ovuşturduğunu açık seçik gördü çünkü Türkiye. Geziciler de gördü.

Yaşam biçimine saygı gibi pek naif ama evet, demokratik bir talebi kabul ettirebilmek için sokak şiddetini, halktan insanlara yahut seçilmiş siyasilere ve ailelerine hakaretler edilmesini, meşru hükümete muhtıra vermeye cüret edilmesini mazur göstermeye kalkmasın o yüzden hiç kimse.

Sokak çağrılarında ısrar etmek iç güvenlik paketine toplumsal destek sağlar sadece.

Üstelik bu defa tepki de aynı olmaz.

Gezi günlerinde ‘la havle’ çeke çeke sabretti insanlar. 

Görmezden geldiler, sustular, bu deliliğin geçmesini, sıranın kendilerine gelmesini beklediler.

Sandık önlerine geldiğinde ne yaptıklarını ise en iyi, son iki seçimin sonucunu hala hazmedemeyenler biliyor.