Laubali devrimci! Kimin parasını kime veriyorsun?

Kendisiyle bir kez müşerref olabildik. 90’lı yılların ikinci yarısı...  28 Şubat’ın ufuneti henüz başlamamıştı ama kamuoyu istikbaldeki “din devleti tehlikesiyle” yatıp kalkıyordu. Muhataralı günlerdi yani... 

Röportaj yapacaktık.

Divanyolu ya da Klodfarer’in oralarda bir yeri adres olarak vermişti. Erdal Şimşek’le birlikte gittik. Ajans gibi bir yerdi, aklımda yanlış kalmadıysa. Girişte, gazeteci Nadire Mater’le karşılaştık. “Ertuğrul Bey içeride” dedi. İçeri geçtik.

Ertuğrul Kürkçü bekliyordu gerçekten de.

Biraz ürperdiğimi itiraf etmek zorundayım. Çünkü, hakkındaki tevatürlerle büyümüştüm ve bir “efsane”yle karşı karşıyaydım. Uzak ve başka bir evrenin insanıydı. Değişik ve bazılarına göre de “ulaşılamaz” biriydi.

Oturduk. Röportajımızı yaptık.

Sonra sohbet faslına geçtik. Nadire Mater de eşlik etti.

Ertuğrul Kürkçü, bilmediği dünyanın bilmediği insanlarını (yani biz gericileri) merak ediyordu. Sorduğu sorularla açıklıkla, bazen de sorunun saçma sapanlığına vurgu yapan hatırlatmalarla cevaplar verdim. “Siz ilginç birisiniz” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Bilmiyorum. Ötekilere hiç benzemiyorsunuz” dedi.

İçimden, “Hayatınızda kaç tane öteki tanıdınız?” diye sormak geçti ama bunun yeri değildi. Beni övdüğünü zannediyordu. Beni övdüğünü zannetmemi istiyordu. Belki de “farklılığıma” vurgu yaptığı için bundan hoşlanacağımı düşünüyordu.

Hem hoşlandım, hem rahatsız oldum.

Ben kime benzemiyordum?

Ötekilerden farkım neydi?

Biraz 12 Mart serüvenini merak etmiştim. Buna ilişkin “teknik” sorular sormuştum. Kemalizm’in “çağdaşlaştıran”, “ileriye taşıyan”, “yukarıdan aşağıya değiştiren” bir program olduğunu, kısmen başardığını ama artık işlevini (değerini) yitirdiğini söylemiştim. Biraz da, Kemalizm’den neşet eden solculuğu eleştirmiştim. Bunları mı ilginç bulmuştu?

Hayır.

Onu şaşırtan “halk”tı.

Halk, ancak ve sadece “pis muhbir” olarak girmişti bu arkadaşların dünyasına. Hiçbir inanç ve değer tercihleriyle kesişmedikleri halkın kurtuluşu için savaşa sürülmüşlerdi ama ilk zılgıtı yine onlardan yemişlerdi.

Halkla temas ettikçe şaşırıyorlardı.

Halkın değer tercihleri karşısında “asalak” pozisyonuna itildikleri için şaşırıyorlardı.

Halk gibi bakmadıkları, halk gibi düşünmedikleri, halk kadar üretmedikleri için şaşırıyorlardı...

Hatta hiç üretmedikleri için...

Dahası, angajmanlarla düşündükleri ve sivil olamadıkları için şaşırıyorlardı. (Solcu oldular, devrimci oldular, Kemalist oldular, anti Kemalist oldular, militarist oldular, anti militarist oldular, Türk ulusalcısı oldular, Kürt ulusalcısı oldular, demokrat oldular, Fethullahçı oldular... Her bir kılığı girdiler ama sivil olamadılar. Bir de İdris Küçükömer’e küfrederler.)

Bugünkü aklım olsaydı, “Siz de onlara benzemiyorsunuz” derdim ve devrimin şanlı tarihinden bazı isimler sıralardım.

Konu ne?

Konu şu:

Devrimin şanlı yolunda yürürken ayağı tökezleyip Meclis’e düşen Ertuğrul Kürkçü, “Yunanistan’ın IMF’ye olan borcunun 1.6 milyar dolarlık dilimini Türkiye ödesin” demiş.

İlk bakışta, insanın gururu okşanıyor.

Demek ki ekonomimiz iyi, para sıkıntımız yok ve bunu “İşler kötüye gidiyor, batıyoruz” deme alışkanlığında olan bir partinin (HDP’nin) milletvekili de itiraf ediyor.

İnsanın gururu okşanıyor ama şunu söylemeden de edemiyor:

Tamam, ödemesine ödeyelim de, kimin parasını kime veriyorsun Ertuğrul Kürkçü?

Hayatında ne ürettin?

Sosyalistler olarak ne ürettiniz, kaç para kazandınız?

Üretimi artırmak ve “adaletli” (sizin jargonunuzda “eşit”) paylaşmak konularında dünyaya ne önerdiniz?

Pis kapitalistlerin kazandıklarını çarçur etmek ve koskoca SSCB’nin sonunu getirmek dışında insanlığın yararına olabilecek hangi “hayırlı teşebbüsata” imza attınız ve bugünün sosyalistleri olarak biz sefil halk yığınlarına ne söylüyorsunuz?

Dahası şu:

Sen hâlâ konuşuyor musun Ertuğrul Kürkçü?

Devrimcilik oynarken yanında 15 arkadaşın can verdi. Kızıldere’de...

Hâlâ nasıl konuşabiliyorsun?