Libya’da nefretten doğan nefret

Libya'daki ABD Büyükelçisi öldürüldü. Terör, hangi cepheden gelirse gelsin onaylanamaz. Saldırı sonrasındaki yorumlarda öne çıkan “Müslümanların Masumiyeti” adlı filmin pespayeliği elbette ortada. Ama buradan yola çıkarak; “Batı İslama hakaret ediyor, Müslümanlar da gidip hakaret edenleri vuruyor” şeklindeki bir genelleme, kısır döngüyü sürüklemekten başka bir işlev göremez. Çünkü bu tür cümleler bir yandan bilinçaltında “hakaret ile cinayet” karşılaştırması yaparken, diğer yandan batı/doğu veya batı/islam karşılaşmasında “islamofobik” bir zemini besliyor. Neticede hakaretle bir şekilde başa çıkabilirsiniz ama cinayetin geri dönüşüm kutusunda bir tabut yatıyor'a varır iş... Oysa bu kadar kolay değil insan olmak. Suç kadar suçun yapılandırıldığı adeta örgütlendirildiği, teşvik bulduğu süreçlere de bakmak gerekiyor.

 

Hakaretin, aşağılanmanın, dışlanmanın sistemli bir şekilde sürmesi; zehirli, can yakıcı, bezdirici bir eşiği geçişiyle kuruluyor nefret söylemi.

Nefretin; siyaset, medya veya karikatür, sinema, klip gibi görsel aygıtlarla yaygınlaştırılması ise onu primitif bir hissiyat olmaktan çıkartıp örgütlü bir suç olmaya getiriyor. Ve ardından, nefret nefreti tetikliyor. Zincirleme bir dönüşümü başlatıyor aşılan bu eşik, nefret nefreti doğuruyor, nükleer bir metamorfoz gibi...

Nefret suçları kavramı

2.Dünya Savaşı sonrası ırkçılığa karşı mücadele fikriyle güncellendi. Bosna savaşında din üzerinden yaşanan katliamlarla uluslararası hukukun meselesi olarak geldi önümüze. 11 Eylül ve ardından Irak'ın işgalindeyse, nefret suçu yeniden aktüel hukukun ve siyasetin konusu oldu. Öte yandan Avrupa'da göçmenlere karşı işlenen suçlardaki artış ve ekonomik krizle büyüyen neofaşist dalga da “nefret” üzerinde yeniden düşünmemizi gerektiriyor.

***

12 Eylül günü yapılan Hollanda'daki erken seçimden, koalisyon çıktı. Liberaller ve İşçi Partisi %30 ve 31'lik oy oranlarıyla ilk sıralarda yer alırken, Hristiyan Demokratlar 21'den 13'e geriledi. Göçmen karşıtı söylemiyle dikkat çeken Özgürlük Partisi'nin oyları ise, % 24'ten 15'e düştü, yine de kayda değer bir oran olduğu açık...

İslam karşıtı “Fitne” filminin yönetmeni Geert Wilders'in kurduğu Özgürlük Partisi'nin sloganıydı: “Henk ve Ingrid, Ali ve Fatma için çalışmaktan bıktı!”

Peki, Ali ile Fatma bıkmadı mı dersiniz?

30 Haziran 2012 günü, Hollanda'daki göçmenlerden Aziz Kara'nın, kapı komşuları Henk ve Ingrid tarafından darp edilerek öldürülmesi, bardağı taşıran son damlaydı. Henk ve İngrid çiftinin işlediği bu nefret cinayetinin hala %15'lerde desteklenebildiği de bir başka acı gerçek...

***

Suç, bizim önümüze tekil bir bilgi olarak konulduğunda, matematiksel bir indirgemeden faydalanır; fason bir sonuç haline gelir, sıradan istatistik bilgisine dönüşür. “Öldü, yaralandı, tecavüz edildi, çalındı, kırıldı, patladı”dan ibaret değildir oysa suç dediğimiz şey. Suç, aniden, istenmeden veya hesap edilmeden de işlenebilir. Fakat hukuk, taksir dışında teammüdü veya tahriki, yani suçu henüz işlenmeden evvel öngören birikimi de hesaba katar.

Libya'daki cinai atak, elbette hukuk karşısında hak ettiği cezalandırmayı bulacaktır, bulmalıdır. İşlenmiş bu vahim suça dair birikimi sorgulamaksa hepimizin vicdani sorumluluğundadır. Bu suçu besleyen, doğuran, tetikleyen nefret söylemi hepimize sirayet etmezden evvel...

***

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez'in sözleri: “Bu tür şiddet olaylarına gerekçe olarak gösterilen film ne kadar pespaye ne kadar bayağı ne kadar provokatif olursa olsun karşılığında hepimizi yaralayan bu tür şiddet hareketlerini meşru kılmaz. Bu tür şiddet olaylarını insani ve İslamî referanslarla izah etmek mümkün değildir. Buna sebep olarak gösterilen provokatif yapıları ve operasyonları da ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir.”