Lice’yi ‘Tamburalı Paşa’ değil Hısna Ana’dan dinleyin

Lice, bugünlerde 1993’te gerçekleştiği rivayet edilen PKK baskını sırasında hayatını kaybeden Bahtiyar Aydın Paşa cinayetiyle yeniden gündemde. Gündemde diyorum, ama Lice aslında gündemden hiç düşmedi. Çatlı grubu tarafından kaçırıldıktan sonra Sapanca üçgeninde şoförü ile birlikte öldürülen Behçet Cantürk Liceli’ydi. PKK’nin kuruluşunun ilan edildiği ilk toplantının yapıldığı Fis köyü Lice’ye bağlı bir köydür.

Lice bundan sonra daha fazla konuşulacak.

Bahtiyar Aydın cinayetinde zaman aşımına bir gün kala, hazırlanan iddianamede savcı Lice’nin PKK tarafından basıldığı iddiasına, ‘hayal ürünü’ diyor.

Lice baskını hayal ürünüyse, bu savaşın tarihinde gördüğümüz ve tanık olduğumuz bin bir olay, gerçek bildiğimiz binlerce hadise daha hayal ürünü ve gerçek dışı olabilir mi?

Evet olabilir, ortaya çıkan yeni bilgiler olabileceğini gösteriyor. 

Özal ve Aydın’ı öldüren güç

Ta başa dönüp soralım isterseniz, sahi bu savaşı kim başlattı, bilen var mı?

Eruh ve Şemdinli dediğinizi, duyar gibiyim.. Ama kendi payıma bu savaşın Eruh ve Şemdinli’yle başladığına hiç inanmıyorum. Eruh ve Şemdinli olsa olsa zaten çok daha önceleri başlamasında yarar görülen bir savaşın ilanıdır. Bu ilanın anlamını, Türkiye’den alıp götüreceklerini, o tarihte Bodrum’da tatilde olan Turgut Özal bile anlayamadı. Anlayamadığı bir savaşı, Celal Talabani’ye ve resmi davetlerde filan, yanaklarını okşadığı, devletin zirvesinde istikbal aryan bir takım sahtekarlara danışarak bitirebileceğini sandı.

Yanıldı ve yanılgısını hayatıyla ödedi.

Bahtiyar Aydın’la aynı kaderi paylaştı.

Bahtiyar Aydın’ı PKK’nin değil, silah arkadaşlarının vurduğu iddia ediliyor şimdi. İddia sahibi, bir cumhuriyet savcısı.. Eğer bu savaşın hayal ürünü hikayelerine kafayı takmayanlardansanız ve bu savaşın hakikatlerine dair belli bir hafızaya sahipseniz, Özal’ı ve Bahtiyar Aydın’ı öldüren gücün aynı güç olduğuna inanmada hiç zorluk çekmezsiniz.

Bir komutanın hayalgücü

Yirmi yıl sonra Lice’ye bir PKK baskını olmadığını öğreniyoruz. Oysa ‘Tamburalı Paşa’ olarak bilinen dönemin Asayiş Kolordu Komutanı Hasan Kundakçı, baskı üzerine baskı yapan kitabında, bu hayali baskını, Ahmet Ümit’e taş çıkartacak bir ustalıkla kurgulamış ve şöyle anlatmıştı:

‘..Lice’de teröristlerin birden bire askeri kışlaya her taraftan ateşe başladıkları haberi alındı. Bunun üzerine Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın ve Jandarma Alay Komutanı Albay E.H (Savcının müebbetle cezalanmasını istediği Eşref Hatipoğlu) süratle Lice’ye gelip birliklerin başına geçmişlerdi. Lice’de evlerin mazgallarından ve pencerelerden atılan ateşlere askerler karşılık veriyorlardı. Saat 11 sıralarında teröristlerin evlerin altındaki küçük pencerelerden atılan kurşunlardan biri yan tarafta askerlere emir veren Bahtiyar Aydın’ın başına geliyor, olay yerinde şehit oluyordu. Olay bölgede şok etkisi yaptı. Lice hemen takviye edildi. Asayiş Komutanı olarak yanıma İ.B’yi (İlker Başbuğ’u alarak Lice’ye hareket ettim. Helikopterimiz Lice üzerine gelince alçalmaya başladı. Pilot, albay E.H. ile temas kurdu. Aşağıdan, sakın inmeyin iniş yerinde teröristler sürekli ateş ediyorlar dedi. Telsizle devreye girdim,’ E Albayım aşağı ineceğiz en uygun yeri söyle. Karşı tarafı da şiddetli ateş altına alın.’

Tamburalı Paşa aşağı iner, 55 sakat ve yaralı askeri yataklarından kaldırır ‘yataklarınızda yatarak öleceğinize, çarpışarak ölün’ diyerek savaşmaya pek de niyetli olmayan askerleri tekrar savaşa sokar, askerler, Tamburalı’nın anlattığına göre ‘çarpışırız komutanım, yaralarımız unuttuk’ diyerek PKK’ye haddini bildirirler ve Lice’yi kurtarırlar! Tamburalı ateş serbest diye emir verir bu yaralı askerlere ve kanvaslarla saldıran PKK’liler anında ateşi keserler, çoğu öldürülmüştür!

Sevgili okurlar bir komutanın hayal gücüyle ve süsleyerek anlattığı bu baskın aslında hiç yaşanmadı.

Bahtiyar Aydın, Lice’de baskına uğradı diye Lice’ye yollanır ve Aydın askeri kışladan açılan ateşle hayatını kaybeder.

Lice yandı, evimiz yandı

Şimdi gelin, aynı günü bir Liceli annenin, o baskından sonra hayatı birden bire değişen, oğlu dağa çıkan bir anneden, Hısna Sevinç’ten dinleyelim. Hısna Ana, 2005 yılında söyleşiler yaptığım ve savaşın felaketlerini birebir yaşamış kadınlardan biriydi. Askerdeki oğlunun sağ salim eve dönmesi ve başka anaların ağlamaması tek dileğiydi. Onunla buluştuğumuz yağmurlu bir öğlen sonrasında, Lice’nin etrafını saran dağların doruklarında yoğun bir sis vardı, hava soğuktu ve Hısna Ana’nın üstünde ince bir kara çarşaftan başka bir şey yoktu.  Türkçe bilmiyordu, sohbeti Kürtçe yaptık. Hızlı ve heyecanlı bir üslupla konuşuyordu. Lice’nin yakıldığı günü anlatarak başladı Hısna Ana konuşmaya. Lice yakıldığı gün, oğlu da dağa çıkmıştı:

“O gün, yani Lice’nin yakıldığı gün, oğlumla birlikte, üzüm bağlarının içine gitmiştik. Sonbahardaydık ve kışa hazırlık yapıyorduk. Bağların içinde çalı-çırpı toplamaya başladık. Evet, Lice yakıldığı vakitti bu. Yakılan evimize artık bir daha dönmek istemeyen ve dağa çıkan oğlumla birlikteydim. Hiç unutmuyorum. 22 Ekim 1993. Lice’nin yakıldığı günü şimdiki gibi hatırlıyorum, çok zaman geçmedi ki üstünden zaten. Oğlum yoktu o gün, ben de onunla buluşmak için Lice’den ayrılmıştım, bağların içinde olduğunu biliyordum, orada da buldum onu..”

‘Ana ben gelmeyeceğim’

“Lice yanınca, oğlum anne dedi, bırak odun toplamayı, Lice’yi yakıyorlar, bak alevler yükseliyor Lice’den, Lice yanıyor!.”

“Oğlum o yıl 22 yaşındaydı. Bağları terk ettik. Geldik Lice’nin önüne. Yolları tutmuşlardı, bizi şehre sokmadılar. Engellediler girmemizi, yasak dediler. Tekrar dağa döndük oğlumla. O geceyi orada, dağda geçirdik. O gece kimseden haber alamadık, ne kocamdan, ne çocuklarımdan, ne de yakıldığını bildiğimiz ve üstünden dumanlar tüten Lice’den. Dağda oğlumla birlikteyiz ve sanki yalnız biz sağ kalmışız gibi bir duygu var içimizde. Çünkü kim sağ kim ölü bilmiyoruz.”

“Sabah olduğunda, oğlum yakınlardaki bir köye sığındı, Pirık köyüne, benim de Lice’ye dönmemi istedi. Aslında onu da beraberimde götürmek istiyordum, kabul etmedi, sen git dedi, ben gelmeyeceğim seninle, buradan Diyarbakır’a gideceğim. Liceli iki kadınla birlikte Lice’ye döndüm. Bu sefer girmemize müdahale etmediler. Kocam, başını iki elinin arasına almış yaşadığımız evin önünde oturuyordu. Evler yakılmıştı. Etrafta kimseler yoktu. İn cin top oynuyordu. İnsanlar ya yakalanmışlardı ya da kaçmışlardı. Kızım Sacide de kucağına yedi günlük bebeğini almış, babası gibi yanan evinin önünde durmuş öylece bekliyordu. Babaları, beni görünce ‘çok şükür bize bir şey olmadı’ dedi ve oğlunu sordu. Diyarbakır’a gittiğini söyledim, rahatladı. Evimiz yakılmıştı eşyalarıyla birlikte, içerde yangından kurtulan bir şey kalmamıştı, ama canımızın kurtulduğuna seviniyorduk tabi. O gün polisler geldiler ve kızım Hatice’yi götürdüler.”

‘Kızımı niçin dövüyorsunuz’

“14-15 yaşındaydı Hatice. Götürmeden önce, Hatice’yi sırtından duvara dayadılar ve onu dövmeye başladılar. Babası yerinden doğruldu ve ‘kızımı niçin dövüyorsunuz’ dedi. ‘İşte ben buradayım, ne sorunuz varsa bana sorun, kızımı rahat bırakın’ dedi. ‘Sana da soracağız, ona da!’ dediler polisler de. Sonra da, kızımı bir askeri cemseye koyup karakola götürmek istediler. Babası engel olmaya çalıştı. Ama başaramadı. Engel olmaya çalışınca, onu  dövmeye başladılar. O dayaktan sonra bir gün yaşadı. Ondan ümidi kesmiştik. Bu kanamadan kurtulamayacağını biliyorduk. Kanama geçirdi ve ertesi gün de öldü. Bir gün bile yaşamadı.”

(Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin-Orhan Miroğlu-Everest yayınları)

Liceliler açılacak olan davaya müdahil olurlar mı bilmiyorum, ama bu davada asıl hakikati anlatacak olan, Lice yakıldığı ve Bahtiyar Aydın öldürüldüğü gün, evi yakılanlar, çocukları dağa çıkanlar ve eşlerini, evlatlarını kaybettikten sonra sürgünlüğün yolunu tutan Liceliler’dir.