Mustafa KARAALİOĞLU
Mustafa KARAALİOĞLU
Tüm Yazıları

Mahalle baskısı ile iktidar kazanılmaz

Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için vizyon belgesini açıkladığı toplantıya katılan sanatçılara gösterilen tepki ülkenin en büyük sorunlarından birisini yeniden konuşulur hale getirdi. Kemalist, sol, “laikçi” sosyal gruplardaki farklılıklara tahammülsüzlük ve ifade özgürlüğüne karşıtlık sorununun derinliği bir daha görüldü. Popüler ifadeyle, mahalle baskısının yaygın ve utanmazca boyutu anlaşıldı.

Esasen, mahalle baskısı masum ve bilimsel bir kavram... Gerçekte ise karşı karşıya bulunduğumuz durum post-modern faşizmden başka bir şey değildir.

Sanatçılara baskı geleneği

Yine de bu tartışma herkesin gündemine geldi mi bilinmez, zira herkes böyle bir konuda tartışmayı ve kendisiyle yüzleşmeyi göze alamayabilir. Ezberden konuşulduğunda, insanların farklı fikirleri, farklı siyasi tercihleri olabileceğini söylemek kolay ama gerçekte bunu uygulamak her zaman mümkün olmuyor. Görüldüğü gibi son zamanlarda hiç mümkün olmuyor.

Esasen, Başbakan’ın programına giden sanatçıların uğradığı saldırı da ilk değildir. Gezi Parkı’nda vandal olmayanı veya vandallığa övgü düzmeyeni hedef alan hakaretler de ilk değildi. Bu ülkede, 1 Mayıs’taki Taksim terörünü eleştiren bir yönetmene karşı ışıkçı, set işçisi ve figüranlara “O adamın filminde çalışmayın” çağrısı yapıldı. Üstelik Twitter’dan Facebook’tan değil, imzalı resimli gazete köşesinden. Mahalle baskısı o kadar olağan ve o kadar doğal bir hak olarak kullanılıyor ki kimse bu tavrı sergilerken adının lekelenmesi kaygısı bile taşımıyor.

Anlaşılan o ki mahalle içinde de baskı yarışı var.

Birkaç hafta önce Soma’da ölen işçilerin bunu hak ettiğini söyleyecek kadar ileri giden şahsa, muhitinden, kampından ve ait olduğu meslek grubundan tek satır eleştiri gelmedi. Gelemedi...

Bilelim... Bu ülkede her gün irili-ufaklı Ahmet Kaya vak’aları yaşanmaktadır.

Çünkü, fikir, analiz, düşünce üretimi bitince geriye öfke ve slogan kalır. Öyle bir iklimde de insana, demokrasiye, fikirlere saygıdan söz etmek imkansız hale gelir. Üstelik dişlerinizi, varlığına karşı hayati itirazlarınız olan bir siyaset ve toplum kesimine karşı bilemişseniz.

Kemalist-solun özgürleşme sorunu

Geriye doğru, 17 Aralık, Gezi Parkı başta olmak üzere bütün kritik olaylarda tek bir çatlak sesin çıkmadığı, çıkamadığı bir dünyadan söz ediyoruz. Büyük bir disiplin içinde, aşırı bir siyasi pragmatizm ve şaşmaz bir aidiyet duygusuyla her olayda aynı tepkiyi veren kristalize olmuş bir mekanizmayla karşı karşıyayız. Hal böyle olunca, medyasından akademisine, siyasetinden sokağına kadar birbirini denetleyen baskı düzeni kaçınılmaz oluyor.

Kemalist, sol, sosyalist, “laikçi” dünyanın siyasal umutsuzluğu anlaşılabilir bir şey ama bütün demokratik değerleri o bitmek tükenmek bilmeyen siyasi hesaplar uğruna harcamak daha acı değil mi? Muhafazakarlar iktidardan düşsün diye hukuk, fikir özgürlüğü ve bütün temel hakları feda etmek; iktidarın varlığından daha büyük kayıp değil mi?

Bu kamplar özgürleşmeli, inandığını söyleme özgürlüğüne kavuşmalı. Beğendiğini beğenebilmeli, beğenmediğine karşı çıkabilmeli. Nereden gelirse gelsin baskılara direnebilmeli. Mahalle baskısı, sanatçının, gazetecinin, akademisyenin yakasından düşmeli...

Bu eşik aşılmadan ne özgür düşünce, ne de kaliteli siyaset olur.

Türkiye’nin yolu herkesin bir başkasının düşüncesine, inancına, kıyafetine, dinine, mezhebine, partisine ve nihayet kimliğine saygı yoludur. Yeni Türkiye ancak bu duygu seviyesiyle mümkün olacaktır.