Mahir Bey

İtiraf edeyim, neyle, nasıl bir insanla karşılaşacağımı bilmeden, biraz da ürkek bir ruh haletiyle çalmıştım apartmanın kapısını. Anadolu yakasında bir semtte oturuyordu. Bir gün önce telefonda adresi yazdırmış, hangi saatte orada olacağımı sormuştu. 

Kapı açıldığında şaşırdım. Dimdik uzun bir merdivenle çıkılan dairenin açık kapısı önünde bekliyordu. “İstihbaratçı tedbiri” diye düşündüm. Gelecek kişinin kimliğine ilişkin bilgi sahibi değildi. Bir gün önce telefonda konuştuğu kişi, Fatih semtinde çıkan az satışlı bir dergide çalıştığını söylüyordu ve röportaj talep ediyordu.

Upuzun merdiveni çıkıncaya kadar dikkatle izlediğini hatırlıyorum. Sonra nezaketle içeri davet etti, röportajımıza başladık.

Bir itiraf daha:

Mahir Bey’e karşı önyargılarla doluydum. Bunda, okuduklarımın ve duyduklarımın payı var diye düşünüyorum. 12 Mart’ı konu edinen kitaplarda, hakkında çok acımasız, çok aşağılayıcı, çok incitici ifadeler yer alıyordu. Üstelik, sürekli “ajan-provokatör” yaftalandırması...

Mahir Bey’in esasında ne iyi bir iş yapmış olduğunu, Türkiye sollarını tanıdıktan sonra anladım: Hem, bir devlet görevlisi olarak “9 Mart” girişimini açığa çıkarmış, hem de yazdıkları ve söyledikleriyle bir tür turnusol kâğıdı işlevi görmüştü: Türkiye sollarının ipliğini pazara çıkarmıştı. 

Mahir Bey’le, ilerleyen zaman içinde iki röportaj daha yaptım.

Birini hiç unutmuyorum.

Şöyle bir soru sormuştum: “Bir konuşmanızda, açığa çıkmasaydım, Türkiye’deki önemli sol liderlerden biriydim ifadesini kullanıyordunuz. Bugün de açığa çıkmamış siyasetçiler var mı?”

Bugün “çocukça” olarak nitelediğim bu soruyu gülümseyerek geçiştirmişti. Cevabımı almıştım.

Kendi payıma, Mahir Bey’den çok şey öğrendiğimi düşünüyorum.

Diyebilirim ki, darbelere bakışımı, Mahir Bey’den öğrendiklerim değiştirdi. Türkiye sollarına bakışımı da değiştirdi elbette. Sol üzerine yaptığı değerlendirmeler, Rahmetli İdris Küçükömer’in (teorik çerçevede) söyledikleriyle örtüşüyordu. Hiç konuşma fırsatı bulamadık ama İdris Küçükömer’den etkilendiğini sanıyorum. 

Yeni Şafak’ta çalışırken (genel yayın yönetmenimiz Selahattin Sadıkoğlu’nun ricasıyla) bir kez daha çalmıştım kapısını. Anılarını yazmak ister miydi? Bunu “yazı dizisi” yapacaktık. Hemen “evet” demedi. Daha doğrusu, ikna olmadı. Sonra, “9 Mart cuntası”yla sınırladık talebimizi. O olayda üstlendiği role ilişkin söyleyecekleri olmalıydı. Kabul etti. Bir de şart öne sürdü tabi: “Dizinin editörlüğünü siz yaparsanız...” Seve seve kabul ettim. 

Mahir Bey, yazdıklarını parça parça gönderiyor, ben gerekli editoryal müdahaleleri yaptıktan sonra tekrar yolluyordum. Mahir Bey’den onay geldikten sonra yayınlıyorduk. “Yel Üfürdü, Su Götürdü” kitabı böyle çıkmıştır.

Mahir Bey’le daha sonra Star gazetesinde buluştuk. Yöneticilik yaptığım dönemde, davetimi kırmamış, gazetenin “yazarlar buluşması yemeğine” katılmıştı. 

Hemen söyleyeyim:

Dünyanın en nazik, en zarafetli insanlarından biriydi. Eskilerin tabiriyle, rikkat sahibiydi. Bunu hissediyordunuz. Bir de, muhtemelen kendisinin de anlamlandıramadığı bir “tedirginliği” vardı. Hakkındaki izansız ve vicdansız sözlerin (yakıştırmaların) içinde bir kırılmaya yol açtığını düşünüyorum. Mutlaka böyledir. Çünkü Türkiye’deki egemen ses, hiçbir zaman “değer”den bakmadı. Duygular daha belirleyici oldu.

Bir dönem suçüstü yakalananların yaydığı “kötü duygulara” rağmen, biz Mahir Bey’in düzgün, ahlaklı, namuslu ve yurtsever bir insan olduğuna şahadet ediyoruz.

Allah rahmet eylesin.