Mânâ ve Lezzet

Bugün caným politika yazmak istemiyor. Tekrar ne zaman isteyeceðini de þimdilik pek kestiremiyorum.

Onun için biraz çiçeklerden, böceklerden, köçeklerden ve mâzîdeki gerçeklerden bahsedelim.

Türk Mûsýqîsi’nin son devir dehâlarýndan Yesârî Âsým (1886-1992) 1950’ler sýrasý

Feneryolu’nda oturuyordu. Akþamlarý karþýdan gelerek saat 16 küsurda kalkan banliyö treniyle evine dönerdi.

O yýllar ben de Haydarpaþa Lisesi’ne devâm etdiðim için ve bizim okul da saat 15.35’de paydos olduðundan akþamlarý ayný trene binerdik.

Normal olarak öðrenciler aylýk ikinci mevkî paso alýrlardý. Fakat ben, ileride tahta geçeceðimden Rahmetli Annem bana birinci mevkî paso alýrdý ve ben de bu sâyede ekâbir takýmýyla ayný vagonlarda yolculuk etme mazhariyetine eriþirdim.

Refi’ Cevad Ulunay, Orhan Þâik Gökyay, Yesârî Âsým Arsoy yâhut muvakkaten Atsýz veyâ Prof. Mehmet Kaplan ilk aklýma gelenlerden...

Benim için en ilginçleri Yesârî Âsým ve Ulunay’dý. Çünki diðerlerini zâten özel olarak tanýyordum. Babam, eniþtem, öz amcamdan farksýz Orhan Amca vs....

Ulunay Yakacýk taraflarýnda bir yerde oturduðu için trenle Kartal’a kadar gider ve oradan, rivâyete göre eþek sýrtýnda evine yollanýrmýþ. Ben Maltepe’de indiðim için bu rivâyetin sýhhat derecesini hiç bir zaman bizzat tahkîk edebilmiþ deðilim. Ama eðer doðru idiyse bence o eþek Ýstanbul’un en bahtsýz eþeði olmalýydý, çünki Ulunay’ýn cüssesini gün-be-gün sýrtlamak bir eþek için herhalde büyük þans eseri sayýlamazdý.

Hâlâ içimde ukdedir zîrâ ben eþekleri çok severim ve bunu mecâzî anlamda kaydetmiyorum. Gerçekden çok severim. Sevimli, çalýþkan, kanaatkâr ve güzel yaratýklardýr. Ayrýca hiç de öyle iddia edildiði gibi aptal deðil, fevkalâde zekî hayvanlardýr. Onun için kimse onlara akýlsýzýk izâfe etmesin!

Eþekliðin lüzûmu yok!

Asýl konumuza dönecek olursak, bir akþam üzeri trende yine Yesârî Âsým ve mür’idleri bir kompartýmaný doldurmuþ sohbet ediyorlar, bense bir sonraki kompartýmanýn onlardan yana çifte koltuðu üzerine dizüstü dikilip dirseklerimi heriki kompartýman için de müþterek iki taraflý arkalýða dayamýþ bir yandan onlarý seyrediyor ve bir yandan da konuþmalarýna kulak misâfiri oluyordum.

Biz çoluk çocuk takýmý bu sohbetleri severdik. Neþ’eli, nükteli lakýrdýlardý.

Bir ara kendimi tutamayýp, bütün cesâretimi toplayarak arkadan lafa karýþdým:

“Üstad, tezgâhda yeni birþeyler var mý?”

Baþýný hafifçe bana doðru doðrultarak mûnis bir sesle cevab vermiþdi:

“Evlâdým, mânâ ve lezzet topluyorum.”

Ben kendi cümlemin “profesyonalitesi”ne hayranlýðýmýn tadýný çýkaramadan karþýma en az benimki kadar “mükemmel” bir baþka cümle daha çýkývermiþdi.

Ben bu “üstadlý, tezgâhlý” mezgâhlý sözleri tabii evde Babamla ahbablarýndan kapmýþdým.

Fakat “mânâ ve lezzet” de hani öyle pek fenâ sayýlmazdý.

Ýþte o günden îtibâren ben de mânâ ve lezzet toplamaya baþladým.

Ancak bu iþin metodik ve bilimsel þekilde nasýl yapýlacaðýný bana kimse öðretmediði, üstelik mümâresem de olmadýðý için ben benim mânâ ve lezzetleri, zihnimin ve kalbimin loþ dehlizlerine geliþigüzel istif etmeðe, daha bile doðrusu düpedüz yýðmaya baþladým.

Bunun ise çok zararýný gördüðümü eklemem dahî zâid.

Çünki sayýlarý çoðaldýkça karýþýklýk da çoðaldýðý için artýk bir raddeden sonra aradýðýnýz mânâ ve lezzeti bulamaz oluyorsunuz.

Bunun bana nelere mâlolduðunu ise, yerim kalmadýðý için kýsmetse baþka bir sefere anlatýrým.

***

Þimdi bir bilgi notu:

Önümüzdeki haftadan itibaren yazýlarýmýn yayýnlanacaðý günler þöyle olacak:

Pazar, Çarþamba ve Cumâ...

Yazýlarýmýn baðýmlýsý olanlar Salý günlerini en az mânevî hasarla atlatmak üzere eski yazýlarýmdan birini tekrar okuyabilirler.

Meselâ ben o 7 Temmuz 1947 günki yazýmý pek bir severim.

Emînim ki sizler de beðeneceksiniz.

Hükûmete amma da þeyetmiþdim o yazýda!

Gerçi hangi hükûmet olduðunu artýk hatýrlamýyorum ama...

Yine de bayaðý oturaklý bir yazýydý.

Maassalâma!...