Hemen söyleyeyim, hiçbir þeyim olmaz. Ne kadar kaba, ne kadar dümdüz bir cevap deðil mi? Ayrýca, gerçeði de yansýtmýyor. Düzeltmeliyim bu cümleyi.
Kimbilir kaç tane 32. Gün programý seyrettim ben. Kriz zamanlarýnda, en kritik olaylarýn en kritik adamlarýyla yaptýðý ve olaylarýn girdisini çýktýsýný bana da seyirciye de öðrettiði kaç tane Birand programý seyrettim.
Onun yaptýðý bir programý gerçekleþtirmek için kaç tane telefon görüþmesi yapmak, kaç teleks, kaç faks göndermek, kaç kiþiyle, kaç seyahat etmek gerekir, bir iþin içinde kaç iþ vardýr, mesleði bilenler bilir.
(Doðru, faks, teleks kullanýlmýyor þimdi. Ama Birand’ýn o iþleri yaptýðý, daha doðrusu Türk basýnýnda ilk kez böyle iþlere kollarýný sývadýðý zamanlarda, habercilikte telgraf bile kullanýlýyordu.)
Hiçbir þey görmediysek, iyi iþlerin standardýnýn ne olduðunu gördük ondan.
Bazý tipler vardýr. Hastalýklý. Her mevzuun içinde, size saldýrmak için bir vesile bulur. Dilleri dikenlidir. Dikenli ne? Zehirlidir.
Onlardan deðildi Birand. Tamam, benim durduðum yerde durmuyordu, benim baktýðým yerden bakmýyordu. Bir ara þunu bile dediðimi hatýrlýyorum ona: “Abi, sende bir deðiþiklik var, sen bir yýl önceki Mehmet Ali Birand deðilsin.”
O sýralar, kapatma davasý, 367 falan, art arda geliyordu. Birand’ýn lisaný da, biraz bulunduðu gruba doðru kaymýþtý. Ama hiçbir zaman, ‘zehirli’ bir dili olmadý Birand’ýn. Dili tek tük sürçtüyse de, o, yeri geldi, kendisini tashih etti.
***
‘Arkadaþlýk’ düzeyinde deðildi tanýþýklýðýmýz. Ama kaç defa, ayný mekanlarý paylaþtýk, ayný haberin, ayný iþin peþinde dolaþtýk.
Ankara’da, Ýstanbul’da, Moskova’da, New York’ta, Washington’da, baþka yerlerde, basýn toplantýlarýnda, otel lobilerinde oturduk, söyleþtik.
Neydi biliyor musunuz Birand? Yeni ve kendisini ispat etmek için canýný diþine takmýþ bir muhabir. Özü buydu.
Hani, ‘Bir insaný çöz çöz, çocuk olsun’ der ya üstad Sezai Karakoç.
Mehmet Ali’yi, çöz çöz, yeni yetme bir muhabir çýksýn içinden. Öyle bir adamdýr o. Bir haber heyecaný, bir meslek aþký, bir telaþ, bir koþuþturma.
Sen, “tamam” dersin, “Ýþ oldu bitti. Hadi yürüyelim, hadi bir kahve içelim.”
Mehmet Ali, elinde not defteri, elinde kalem, baþka bir iþin peþine çoktan düþmüþtür. Kameramanlar da peþinde.
Yaþý bizden büyük. Bizim dilimiz, öylelerine ‘Abi’ demeye alýþmýþ. Ama Birand’a ‘Mehmet Ali’ de desen oluyordu, öyle gençti o.
Ve maðdur oldu. Andýçlandý. Böyle de bir hatýrasý var. Ben bu hatýrayý deðerli buluyorum.
Andýç’ý uygulayanlarla, andýca maruz kalanlar arasýnda bir fark, benim gönlümde, mutlaka olacaktýr.
Genelkurmay’da, Baþbuð’a Poyrazköy’deki kazýlarý kastederek “Her taraftan silah fýþkýrýyor” dediði gün, ben de oradaydým. Baþbuð, çok kýzmýþtý. (Bu da bir ‘andýç’ sayýlýr mýydý? Yok, abartmayalým, o kadar da deðil.)
Bir kaç hafta oldu, Ülke TV’deki ‘En Sýradýþý’ programýna konuk olarak davet ettim onu. Saatleri uymadý. “Banttan çekersek olur, gelirim” dedi.
Yayýn canlýydý. Turgay Güler’e ilettim. Zannediyorum, bizim þartlarýmýz müsait olmadý. Kýsmet deðilmiþ.
Ayakta öldü. Adeta iki haber arasýnda. Tam, Mehmet Ali Birand gibi öldü.
Ölmeseydi, ekranda haber sunacaktý. Ýþi çýktý, gelemedi.
Sýradan bir iþ olsaydý, bir yolunu bulur gelirdi.
Öldü, onun için gelemedi.
Hasýlý, iþte o ‘gazeteci’ydi Mehmet Ali Birand. Hepimize örnek olsun.
Ve hepimiz üzüldük. Onsuz, eksik olacak, göreceksiniz.
Düzeltebildim mi, yazýmýn baþýndaki ‘kaba saba’ cümleyi?
Mehmet Ali Birand, uzak veya yakýn, herkesin, hepimizin bir þeyi olur.