‘Melâli anlamayan bir nesle aşina değiliz!' diyerek, karamsarlığa düşmeden..

Ramazan'ın son günlerindeyiz.. Ramazan terbiyesiyle mümin kullarda hedeflenen noktalara gelmemiz açısından, bir takım güzel hasletleri günlük hayatımızın tabiî bir normali noktasına getirmiş isek, ne mutlu..

Geçen hafta 12 Nisan tarihli yazımda, Ramazan ve Oruç'un günlük hayatımızdaki yansımalarına değinirken, Eyyub Sultan'daki restoranlarda 'iftâriye' adı verilen, adam başına 435 lira olarak ilân olunan tabelâlardan rahatsızlığımı dile getirmiştim. Bir dostum, Kadıköy'de adam başına 800 lira olan 'iftâriye'lerden de haber verdi..

Bu rakamlar nedir Allah aşkına? Bazıları sanki Allah'ın bizim orucumuza ihtiyacı varmış gibi, 'Çok yiyelim ki daha güçlü olalım ve daha çok ibadet edelim..' gibi tuhaf yorumlara bile sığınıyorlar.

Bir oruçlu Müslümanın huzursuz olmadan, ruhî sıkıntı çekmeden, o kadar para vererek neler yediğini, yiyebileceğini merak ediyorum. Bir insanın bütün itibarı midesine girenle sınırlıysa, değeri de o kadar olur diye boşa dememişlerdir. Ki, bu cümleyi hafifleterek kapalı şekilde ifade ediyorum.

Bu yüzden Diyanet İşl. Başkanlığı'nın fitre mikdarını açıklarken, asgarî /en düşük fitre'nin bir ihtiyaç sahibinin bir günlük yemek ihtiyacı için '70 lira' rakamı belirlemesinin üzerinde bir daha düşünülmesini tavsiye etmiştim, Ali Erbaş Hoca'ya.. O yazı üzerine, bir hayli mesajlar aldım..

Evet, o mikdar en az miktardır ve fitre vermek isteyen için bir üst sınır yoktur; ama o en az'ın, asgarî mikdarın sanki herkes için geçerli bir 'fitre' mikdarı gibi anlaşıldığını bir daha belirteyim. Çünkü herkesin aklında kalan rakam o.. sanırım. Yapılacak açıklamaların günün şartları göz önünde bulundurularak, 'ortalama' bir mikdar şeklinde daha mâkûl ve mantıkî şekilde ilân edilmesi daha sağlıklı olacaktır. Böylece de bu 'en az mikdar'ın genel bir ölçü olarak anlaşılmasına yol açılmaz herhalde..

Bu noktalara değindikten sonra, Müslüman camia içindeki bazı karamsarlıklara da temas edilmelidir herhalde.. Bu satırların sahibi, devamlı halkın içinde ve bulunduğu her muhiti de müşahedeye/ gözlemlemeye ve anlamaya çalışan birisi olarak, insanlarımızın bir kısmının sözlerinde özellikle yeni nesillere bakarak dile getirdikleri yakınma ve sızlanmalarda pek fazla bir haklılık görmüyorum.

Evet, yeni nesiller bizim nesillerin ve hattâ 20- 30 yıl öncekilerin yaşadığı hayat tecrübelerinden ve acılarından, ızdırablarından habersiz.. 30-40 sene öncesinin içtimaî ve siyasî hayatına dair anlatılanları, yaşanmışlıkları bir masal gibi dinliyorlar ve 'Bugünkü dünyada artık bunlar olmaz..' sanıyorlar. Hâlbuki her askerî diktatörlük dönemlerinde, şimdi o 'masal' sanılan dönemler yaşaaandı- durdu..

100 sene öncelerde, şiirimizdeki sembolik cereyanın en ünlü ismi olan Ahmed Hâşim, 'Hangi bir kıt'a-i muhayyelde../ hayalî kıtada (...) Bilmem..) Yalnız/ Bildiğim sen ve ben ve o maî deniz..' diye bir diyardan söz eder, 'O Belde' isimli şiirinde,

'(...)

Melâli anlamayan bir nesle âşinâ değiliz.

Sana yalnız bir ince kadın,

Bana yalnızca eski bir budala..

Diyen bugünkü beşer,

Bir sefil iştihâ, bir kirli nazar..

Bulamaz sende- bende bir mânâ..'

derken de o karamsarlığı yansıtıyordu.

Evet, 'melâli, hüznü yaşamayan ve anlamayan nesillerle bir gönül bağı kurmak âşinâlık tesis etmek' zordur. Ve bu karamsarlık hâlâ var Müslüman camianın çeşitli kesimlerinde..

Hâlbuki bu satırların sahibi, sadece bu ülkede değil, görebildiği bütün Müslüman coğrafyalarında edindiği intiba ile bütün samimiyetiyle ve inanarak belirteyim ki, Müslüman toplumların yeni nesilleri arasında İslâm inancının en azından son 100 yıldır yaşadığımız acı tecrübelerden sonra, büyük çapta inanca yöneliyorlar ve İslâm'ı arıyorlar, hattâ 'İslâm'ın bizlere ideal olarak çizdiği dünya nerede?' diye sorgularken bile, genelde bir redd söz konusu değil; iyi Müslüman olamayışa karşı tepkiler var.

Yahyâ Kemâl'in 'Ezânsız Semtler' isimli ve 1918'leri anlattığı ve 1922'de yayınlanan makalesinde bu açıdan alınacak ibretli sahneler vardır.

Özetlersek, şöyle der:

'(...) Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?

Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım.

Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sâkit (sessiz) yollarından kendi başıma câmiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden birini, câmide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içlerine bir yabancının geldiğini zannediyordu.

Ben, içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim, Müslümanlar, bütün cemaatin arasında yalnız benim vücûdumu (varlığımı) hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp, Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücud olarak gördüm.

O sabah, o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada'nın o küçücük camii içinde, o şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik.

Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına câmiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!" dedi.

(...) Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samimi olarak haz duydular. O sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı.

Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında Ezân seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra, ayrıldık. (Ama) Biz böyle bir sabah namazında 'anne millete yine dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezânsız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen (...) çocuklar dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!'

Evet, 100 yıl önceler böyleydi de sonrası iyi miydi?

40-50 yıl öncelerde, Anadolu şehirlerinde bile câmilerde Cuma namazlarında cemaatin yaş ortalaması 55- 60 civarındaydı. Şimdi ise hele de Cuma namazlarında geçmişe göre daha büyük cemaatler görülüyor ve yaş ortalaması da 40'ın altında.. Ve hattâ 18 -20 yaşında büyük bir genç kitle de göze çarpıyor Cuma namazlarında..

Anadolu'da gittiğim her şehirde özellikle câmi cemaatinin yaş ortalamasına bilhassa dikkat ediyorum. Ve bu gelişmeyi, istikbâlimiz/ geleceğimiz için daha ümidli olmaya bir delil olarak değerlendiriyorum. Bütün mesele o genç neslin ruh dünyalarıyla bağ kurabilmekte..

Haa, yeni nesil câmi âdabı konusunda hele de hutbe dinlerken bile cep telefonlarını açıp, video ve haberleri izleyebiliyorlar.. Bu durum son 30 yıldır dünyayı kuşatan dijital teknolojinin mübtelâsı olan dijital çağ neslinin saplantılarından birisi.. Ama yine de, o gençlerin sığınacakları, bağlanacakları bir yer olarak mâbed'i görmeleri, göstermeleri büyük bir gelişmedir. Mâbedlerimizi, en gerçek mânâsıyla İslâm üniversitelerine dönüştürmeliyiz.

Buna var mıyız?

'Hayır, hazır değiliz' diyorsak, o zaman karamsar olunabilir.. Ama yeni nesiller, câmileri dolduruyorsa, onlara orada aradıkları gerçek inanç değerlerinin dersleri öğretilmelidir.

İnanç sistemleri, belli disiplinleri ister..

Dijital çağ gençliği bir takım sorgulamalara girdilerse, onlara câmilerimiz, mescidlerimiz, gerçek bir liman, bir sığınak olmalıdır. Bu sadece bizim dünyamızın değil, dünyadaki diğer inanç sistemlerinin de temel meselesi..