Ülkenin gündemi, birkaç gündür, çok iğrenç bir iddia ile meşgul..
Konu, iki küçük çocuğun, 'üvey babalarının cinsî istismarına maruz kaldığı' gibi çok çirkin bir iddiaya rağmen; mahkeme, sanığı tutuksuz olarak yargılıyor ve o konu da aylardır, sürüncemede.. Dahası, bu tutuksuz yargılama kararına savcılık itiraz ediyor, ama, mahkeme, ilk kararında direnmiş..
Durum aylarca sonra da olsa anlaşılınca, devreye Adalet Bakanı, 'Hâkimler -Savcılar Kurulu (HSK)' ve Aileden Sorumlu Bakanlık ve de kamuoyunun tepkisi giriyor. En müstekreh ve müstehcen konulara ekranlarını, mikrofonlarını , sahifelerini açan medya organları bile bu konudan rahatsızlık duyduklarını gösteriyorlar ki, bunu dahi hayırlı bir gelişme sayabiliriz.
*
İddianın çirkinliğinin kamuoyunda meydana getirdiği ve getireceği ve kontrol edilemez aksülamellere, tepkilere yol açabileceğini hesap etmek de yargının bir vazifesi değil midir?
Kanun düzeni, bir toplumun sulh ve sükûn içinde yaşayabilmesi için belirlenmiş kurallar demeti demek olduğuna göre, bu hususta en başta da yargı mekanizması en büyük sorumluluğu taşımıyor mu? Mahkemelerde, isterseniz bir deneyiniz bakalım, yargı heyetine az-biraz yamuk ya da saygısız bir ifade kullanınız.. 'Mahkemenin mehâbetini korumak' adına, derhal tutuklama kararıyla kodesi boylamıyor musunuz?
Kezâ, bu gibi çirkin iddialar üzerine Anadolu'nun bir çok yerinde, ayaklanan halk kitlelerinin karakolları basarak, hattâ ölümlerle sonuçlanan ayaklanmalarla, sanığı veya sanıkları zorla aldıkları ve onları linç etmeye çalıştıkları bilinmiyor mu? Yani, illâ da böyle büyük karışıklıkların ortaya çıkması mı isteniyor?
HSK, kamuoyunda tartışmalar ayyuka çıkınca değil, çıkmadan da, re'sen yetkili olduğu konularda, hemen niye girmez devreye? Kamuoyunu ilk anda bilgilendirmek de bu kurumun vazifeleri arasında değil midir?
*
Sözgelimi, İstanbul mahkemelerinden birisi, bir kadına, 'köpek' diyen birisi aleyhinde açılan dâvada, mahkemenin -üstelik de- kadın yargıcı, 'bir kimseye köpek denilmesinin hakaret sayılamayacağına karar verdi, geçtiğimiz aylarda... (Herhalde, hakarete uğrayan kadın, iktidar partisinin m.vekili olmasından dolayı, o yargıç kadının hışmına uğramıştı..)
O şikayetçi hanım da, bu kararı veren o kadın yargıca, 'O halde, çok teşekkürler sayın köpek yargıç hanım..' deseydi, o mahkemenin yargıcı yine aynı şekilde mi davranırdı?
Bu gibi konular topluma yansımadığı zaman, HSK, Adalet Bakanı'ndan yazılı emir beklemeden, re'sen, kendiliğinden duruma müdahale etmeli değil midir?
*
Konuyu kısaca özetlemeye çalışalım:
Antalya'nın Elmalı ilçesinde bir kadın, ilk evliliğinden ayrıldıktan sonra, yeni bir evlilik yapmış; önceki evliliğinden olma, 7 ve 10 yaşlarındaki iki çocuğunu da yanına almış..
Çocukların babaannesi bu çocukları zaman zaman yanına alıyormuş..
Sonraları, denildiğine göre, çocuklar babaannelerine çok kötü şeyler anlatmışlar ve annelerinin yanına gitmek istememişler.. Konunun devamı, bir-kaç gündür haber bültenlerinde aktarılan çirkinlikler..
'İddia doğru mu, eğri mi; yoksa, işin içinde bir kurmaca mı var?' gibi ihtimalleri yargı açığa çıkarmalıdır elbette..
Nitekim, gerçek anne ile üvey baba durumunda olan ve sanık olarak suçlanan koca, bu çirkin iddiayı kesinlikle ret ile, -çocukların-babaannesinin, çocukları kendilerinden koparmak için bir tuzağı olduğunu iddia ediyorlar. Elbette, onlar öyle diyecektir. Ama, ayrılan çiftlerin, -çocukların, karşı tarafa temayül göstermemesi için-, benzer çirkin iddiaları mahkemelere taşıdıklarının pek çok örnekleriyle defalarca karşılaşılmıyor mu?
Ama, bu konular açığa çıkarılıncaya kadar, suçlanan kişinin kişinin can güvenliğini sağlamak da mahkemenin vazifesi değil midir?
Tutuklama , tevkıf, genelde sanılanın tersine; sadece suçluluk ihtimalinin ağır basması durumunda değil, suçlanan kişinin hayatının tehlikelerden korunması için, devletin vukûfiyeti ve koruması altında tutulması eylemidir de..
Aslında, tutuklama lafı, tevkıfdeki bu mânayı vermiyor; fiilen bir cezalandırma sanılıyor. Halbuki, tevkıf'de, devletin bilgi ve sorumluluğu altında bulundurmak mânâsı vardır.
*
**
Bir de, geçen Cumartesi günü, İstanbul- İstiklal Caddesi'nde, toplumun en şerefsiz ve en pislik kesimlerinin, -anlatabilmek için okuyucudan özür dileyerek ifade etmeliyim- 'erkek ve kadın fahişelerin yapmaya cüret edebildikleri ve adına da 'Onur Yürüyüşü' adını verdikleri; gerçekte ise, onursuzluğun en çukuru bir gösteriden söz edelim.
O gösteri, polis tarafından dağıtıldı. Elbette dağıtılmalıydı.. Ama, o -sözde- 'erkek veya kadın' olan 'fahişelerin, 'cinsî sapıkların gösterilerine bile, 'herkesin sapıklığı tercih etmesine de saygı gösterilmesinden söz edenler yok mu; onlar, o 'onursuzlardan, o 'şerefsizlerden daha üstün bir konumda değildirler.
*
Hele, o gösterilere destek veren, o sapıkların sembolü sayılan rengarenk flamalarından bir elbise diktirip onunla Meclis bahçesinde arz-ı endam eden bir 'kadın' var ki; '28 Şubat 1997 Zorbalığı' günlerindeki başörtüsü direnişlerinde sembol bir isim haline gelmişti.. Şimdiyse, Meclis'te mâlum bir partiden m.vekili..
Onun hakkında hüsn-i zann besleyenler herhalde daha bir acı çekiyorlardır.
*
Bir memlekette namuslu ve şerefliler, en azından şerefsizler kadar cesur ve kararlı olmadıkça, o toplum için kurtuluş yoktur.
*