Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı: Öğretmenlerimiz her şeyin en iyisine kavuşsun isteriz



Fadime Özkan, röportaj öncesi Avcı'ya çok sevdiği kurşun kalem, silgi ve defter hediye etti.


ÇİÇEĞİ BURNUNDA MİLLİ EĞİTİM BAKANI PROF. DR. NABİ AVCI İLK RÖPORTAJINI STAR’A VERDİ


Avcı: 4+4+4’e kazasız belasız geçebilmek için bütün eğitim camiamız yaz boyu çalıştı. Hepsine çok teşekkür ediyorum. Sorunların ve çözümlerin ne olduğunu biliyor, sorunları en kısa zamanda en fazla kaynakla çözmeyi ümit ediyoruz.


Yapılan kabine değişikliğinde Ömer Dinçer’den boşalan Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna Eskişehir Milletvekili Nabi Avcı oturdu. Onu tanıyanlar buna hiç şaşırmadı, çok da yakıştırdı. Entelektüel kimliğiyle tanınan, iletişim felsefesi ve iletişim sosyoloji alanında profesör olan ve daha geçen haftaya kadar TBMM Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’na başkanlık eden Avcı’nın MEB’le ilişkisi 1980’lerin sonuna dek uzanıyor çünkü.


R. Guenon, M. Lings ve S.H.Nasr’ın eserleri dahil çok sayıda çevirisi bulunan Nabi Avcı’nın “Bombacı Parmenides” ve “Enformatik Cehalet” isimli kitapları alanında başyapıt hükmünde. "Molla Kasım" takma adıyla yazdığı mizah yazılarının ise özlenen bir lezzeti var.


Kendisiyle koltuğa oturmasının birinci haftasında, yoğun programının arasında görüştük.


Bu röportajda Nabi Avcı’nın kısa “hayat hikayesi”ni kendi anlatımıyla okuyacaksınız.


Ayrıca, üniversitede yıllarca, eğitimin, devletin ideolojik bir aygıtı olduğunu anlatmış bir akademisyen olarak “eğitim” ve “milli eğitim” konusuna nasıl baktığını;


Entelektüel namus ile politik pratiğin nerede ortaklaştığını, nasıl işlediğini;


Gelişen iletişim teknolojilerinin bilgiyi, hayatı ve eğitimi nasıl değiştirdiğini; enformasyona boğulup cehalete düşmemek için ne yapmak gerektiğini;


Ve 4+4+4 eğitim sisteminin işleyişine dair merak edilenleri de.


Serbest kıyafet uygulamasından öğretmenlerin kılık kıyafet özgürlüğüne, fen-edebiyat mezunlarının formasyon taleplerinden felsefe grubu öğretmenlerin durumuna yahut il içi tayinlere dek Bakanlığın icraat alanlarına dair spesifik konularla ilgili açıklamaları ise halen yoğun şekilde brifing alan Bakan Nabi Avcı’nın ağzından ilerleyen günlerde duyacaksınız.  


Öncelikle hayırlı olsun “Bakan”lığınız. Sizi bilen biliyor, çok da seviyor ama kamuoyu yeni Eğitim Bakanı’nı daha yakından tanısın, eğitimlerinden sorumlu olduğunuz çocuklar gençler “büyüyünce ben de Nabi Avcı olacağım” desinler isteriz. O yüzden en başından, Bilecik’ten, ailenizden, çocukluğunuzdan başlamak isterim: Nasıl bir hikâye sizinki?


Uzun bir hikâye bu! Olay Türkiye’de geçiyor. (gülüyoruz) İlkokulu Bilecik’te, Pazaryeri ilçesinde ve Demirköy’de, ortaokulu ve liseyi Eskişehir’de Maarif Koleji’nde okudum. Sonra ODTÜ’de İdari Bilimler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler bölümünü bitirdim. Üniversite öğrenciliğim sırasında Yeni Devir gazetesinde Enes Harman imzasıyla dış politika yazıları yazdım.


ODTÜ’DE MECBURİ MÜSTEAR: ENES HARMAN


Neden müstear isim kullandınız, o yaştaki bir genç, kendi adı bir an evvel duyulsun ister?


Çünkü ODTÜ’de Yeni Devir gazetesi yazarı olmak tehlikeliydi. Müstear kullanmayan bazı arkadaşlarım başka okullardan mezun olmak zorunda kaldılar. Ben ODTÜ’den mezun oldum ve Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyimin girişimiyle Kültür Bakanlığı Dış İlişkiler Daire Başkanlığı’nda memuriyete başladım… O zaman Rıfkı Danışman bakandı, Rasim Özdenören bakan danışmanıydı. Bir gün Rasim Ağabey’in doğum günüymüş, Rasim Ağabey 35 yaşına girmiş ve ben ona, sanki çok ileri bir yaştan söz ediyor gibi, “Ağabey 35 yaşta olmak nasıl bir duygu” diye sormuşum. Ondan sonra Rasim Ağabey bana hemen her karşılaşmamızda “Nabi, 40 yaşında olmak nasıl bir duygu”, “50 yaşında olmak nasıl bir duygu” diye hatırlatır… Sonra Çalışma Bakanlığı’nın ataşelik sınavına girdim, kazandım ve “Sosyal Yardımcı” olarak Danimarka’ya gittim, Kopenhag Büyükelçiliğinde bir yıl çalıştım. Fakat bir hükümet değişikliği oldu, Ecevit Azınlık Hükümeti kuruldu. Ve beni apar topar Kopenhag’dan Malatya’ya tayin ettiler.


BÜROKRATİK ÜÇKÂĞIT YAPILDI


“Sürdüler” yani... 


Evet, çünkü Malatya o tarihte gidilecek gibi değildi. Hamido, rahmetli, bir suikasta kurban gitmişti, Malatya çok karışıktı, gidilemez bir yerdi. İstifa ettim. Çocuğumuz da yeni doğmuştu. Hatta Kopenhag Büyükelçiliğimizden “bu adamın daha yeni çocuğu oldu, bir haftalık bebek uçağa binemez, doktorlar izin vermiyor, biraz geciktirebilir miyiz” diye yazıldı ama “hayır, dönecek” dediler. Ve ben istifa ettim. İstifama gelen cevapla bürokratik bir üçkâğıt yapıldığını anladık. Çünkü cevapta “Ankara Bölge Çalışma Müdürlüğü’nden istifanız kabul edilmiştir” yazıyordu. Halbuki ilk gelen kâğıtta görev yeri olarak Malatya yazıyordu. Meğer asıl tayin yerim Ankara imiş. Ankara yazılsa ben görevime devam edeceğim… Zaten yurt dışından gelen adamları taşraya gönderemiyorlar, merkeze yani Ankara’ya çağırmak zorundalar. Ben de Danıştay’a müracaat ettim. Danıştay, 24 saatte itiraz dilekçemi reddetti. Dedi ki “Burada dilekçeler iki nüsha yazılır. Siz tek nüsha yazmışsınız”… Bunu Gazi Eğitim Enstitüsü’nde hoca olan rahmetli Alâeddin Özdenören’e anlattığım zaman, dedi ki “Danıştay bizim yapmadığımız sınavları bile iptal ediyor!”


MEB’TEKİ İLK GÖREV 1987’DE


Akademi maceranız da böylece mi başladı?


Evet. Anadolu Üniversitesinde, daha doğrusu o zaman ki adıyla Eskişehir İktisadi ve İdari Bilimler Akademisinde, o zamanki haliyle iletişim fakültesinde asistan olarak başladım. Açık Öğretim Fakültesi’nin kuruluşunda koordinatorlük yaptım. Bu arada üniversiteden görevlendirmeyle Hasan Celal Güzel zamanında Milli Eğitim Bakanlığında bakan müşavirliği yaptım.


TAYYİP ERDOGAN’A SEÇİM KAZANDIRAN KAMPANYA


Turgut Özal’a da danışmanlık yapmış mıydınız?


Özal ile resmi değildi. Ara döneme denk gelmişti. Turgut Bey cumhurbaşkanı olunca “Başbakanlık danışmanlığı” Yıldırım Akbulut Bey zamanında resmiyet kazandı. 1990’larda Recep Tayyip Erdoğan Bey’in İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı söz konusu olunca da seçim kampanyası çalışmalarına başladık.


Onunla evvelden tanışır mıydınız?


Ben üniversiteyi Ankara'da okuduğum için çok yakın tanışıklığımız yoktu. Asıl yakın ilişkimiz kendisinin İstanbul İl Başkanlığı dönemindedir. Tayyip Bey seçimi kazandı, ben de üniversiteye döndüm. Fakat 1994’te İstanbul’da bir televizyon yayına başladı. İstanbul’a gidip gelmeye, Kanal 7’nin kuruluşunda yayın danışmanı olarak çalışmaya başladım. Televizyon kuruldu, orada sizinle de çalışmıştık.


KANAL 7’DE NE GÜZEL İŞLER YAPTIK


Evet. Ben Marmara İletişim’den yeni mezun olmuştum, çömezin teki olarak ilk iş başvurumu Kanal 7’ye yapmıştım ve beni işe siz almıştınız…


Ne iyi etmişim... Güzel bir çalışma dönemimiz oldu. Ne kadar namüsait şartlarda ne güzel işler yaptık. Dünyada hiçbir televizyonun yapamayacağı bir şey yaptık ve gece belli bir saate yayın biterken “Biz şimdi yayınımıza son veriyoruz ama filanca kanalda şöyle bir yayın, falanca kanalda şöyle bir film var. Dilerseniz onları izleyebilirsiniz. Yarın gündüz yine şu saate birlikte oluruz” diyerek, izleyicisini başka televizyonlara yönlendiren, cömert, özgüvenli bir televizyonculuk maceramız oldu. Bu esnada kısa bir dönem Yeni Şafak gazetesinde genel yayın yönetmeni olarak da çalıştım.


YENİ ŞAFAK KISA AMA ÖĞRETİCİYDİ


Yeni Şafak yayın yönetmenliğiniz ayrılırken yazdığınız veda yazısı ve çalışanların çekmecelerine bıraktığınız veda ve teşekkür mektubuyla da efsaneleşmiştir…


Kısa sürünce öyle oluyor. Cevat Çapan’ın “Ben vedalaşmaların ilmini yaptım” mısraını hatırladım şimdi. Yeni Şafak kısa sürdü ama benim için de çok öğretici bir deneyimdi. Daha sonra Asaf Savaş Akat’ın davetiyle 1998’te Bilgi Üniversitesi’ne geçtim. İki koşulum vardı geçerken; bir, hiçbir idari görev almamak, iki, müstakil oda. 2002’ye kadar iletişim fakültesinde ders verdim. Bilgi’de gerçekten çok seçkin bir akademik ve idari kadro vardı. Çok mutlu ve bereketli bir dönem oldu benim için.


HOCALIĞIM İYİDİR


Öğrencileriniz de çok mutlu olmuşlar. Ekşi Sözlük gibi gençlerin yazdığı mecralarda sizden ve hocalığınızdan coşkuyla bahsediyor, derste stand-up yaptığınızı söylüyorlar…


Hocalığım iyidir (gülüyor) Hocalığı gerçekten severek yaptım. Sonra AK Parti kuruldu. Kuruluşta bilfiil yoktum. Sonra seçimler oldu ve AK Parti kazandı. Bu esnada görüşüyorduk tabi Tayyip Bey ile, bana TRT Genel Müdürlüğünü önerdi, ben de kendisine teşekkür ettim ve idarecilik tecrübem olmadığını, Bilgi’ye de idari görev almamak koşuluyla girdiğimi, idareciliğin ayrı bir beceri istediğini, benim iyi bir danışman olabileceğimi, eğer kendisi başbakan olursa şerefle danışmanlık yapabileceğimi söylemiştim. O zaman Abdullah Bey Başbakan’dı, Tayyip Bey’in yasaklılığı sürüyordu ve herhalde bir seneden evvel de Başbakan olmaz diye düşünüyordum. Ama bir zuhurat oldu, Siirt’te seçimler yapıldı ve Tayyip Bey milletvekili ve Başbakan oldu, benim o sözümün de gereği ortaya çıkınca ben de Sayın Başbakan’ın danışmanı olarak göreve başladım. Bu 2011’e kadar da sürdü. 12 Haziran seçimlerinde Eskişehir milletvekili adayı olarak seçimlere girdim ve iki seneye yakın süre Eskişehir milletvekili ve Milli Eğitim Kültür Spor ve Gençlik Komisyonu Başkanı olarak çalıştım. Bir hafta önce de (Biz röportajı Perşembe günü yaptık. F.Ö.) Milli Eğitim Bakanlığı’na atandım… Dediğim gibi olay Türkiye’de geçiyor.


MEB ZORDUR, SORUMLULUKLARI ÇOKTUR


Evet, bir yanıyla da aslında hep buralarda geçiyor! Kitap defter, kalem, Maarif Koleji, MEB, üniversite, eğitim komisyonu… Şimdi bakan olarak eğitimin başına geldiniz ama burası vaktiyle Osmanlı Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” dedirtecek kadar sıkıntısı bol bir koltuktur. Meseleyi bilmenize, hep buralarda olmuş olmanıza rağmen yüklendiğiniz sorumluluk şimdi bambaşka. Gözünüzü korkutmadı mı?


Zaten hep buralarda olmuş olmama rağmen değil de, hep buralarda olmuş olduğum için ciddi manada gözümü korkutuyor. Milli Eğitim Bakanlığı hakikaten zor bir bakanlıktır. Sadece bakan olarak değil bütün kademeleriyle sorumlulukları çoktur. Başka bakanlıklarda bir şey yaparsınız ve yaptığınız şeyin doğru veya yanlış olduğu çok geçmeden hemen görülür, yanlışı düzeltmek ya da doğruları paylaşmak çok vakit almaz. Oysa MEB’de doğrularınız ve yanlışlarınızla sonuçlar orta ve uzun vadede belli olur, en az 8-10 yıl sonra görürsünüz. Mesela diyelim ki 4+4+4 düzenlemesi gibi. Bugün okula başlayan minikler 12 yıl sonra üniversite öğrencisi olacaklar, 16 yıl sonra üniversiteyi bitirecekler. Dolayısıyla bu çocuklarımızın ne kazandıkları, bu düzenleme yapılmasaydı ne kaybedecekleri 15-16 yıl sonra anlaşılacak. Hatta belki onlar meslek hayatına atıldıktan sonra “aaa…” diye hatırlayacaklar. O yüzden genellikle siyasi iktidarlar, eğitim alt yapısıyla ilgili bu tür radikal düzenlemelere kolay cesaret edemezler. Belediye alt yapıları gibidir. Belediyeler de alt yapı yatırımlarına seçim zamanı yaklaşırken pek el sürmezler çünkü kazılan yolun ceremesini çeken vatandaş, iki sene sonra yaşayacağı refahı düşünmez, yürürken bata çıka gittiği çamurlu yolları hatırlar ve tepki gösterir. O yüzden yerelde de genelde de siyasi iktidarlar uzun vadeli alt yapı yatırımlarına pek sıcak bakmazlar, bakamazlar.   


4+4+4’Ü HALKIN VERDİĞİ GÜVENLE YAPTIK


AK Parti nasıl baktı, 4+4+4 çok ciddi bir değişiklikti?


Ama AK Parti iktidarı, 10 yıllık iktidarın, istikrarın, önünü görebilmenin verdiği güven ve özgüvenle eğitimde 4+4+4 değişikliğine, başka alanlarda da başka yatırımlara el atabildi. Popülist davranmadı. Daha önce seçim ekonomisi denilen bir şey vardı. Seçime giderken kesenin ağzı açılır, nimet dağıtımı başlar. Bizim dönemimizde bu olmadı. Hiçbir zaman seçim ekonomisi uygulanmadı. Hatta düpedüz oy kaybettirebileceği belli olan ama ülkenin geleceği bakımından mutlaka alınması gereken tedbirler ihmal edilmedi. Eğitim dediğim gibi çok daha uzun vadede sonuç verir.


YENİ SİSTEME GEÇİŞ KORKTUĞUM KADAR SARSICI OLMADI


4+4+4 sistemine adaptasyon tamam mı sizce?


Çok şükür, benim başından itibaren, korktuğum kadar da sarsıntılı olmadı geçiş sürecimiz. Eğitim camiamız kısa sürede bu işe adapte oldu. Onun için ben, bütün eğitim camiasına ve bilhassa okul yöneticilerimize, il milli eğitim müdürlerimize, okul müdürlerimize, idarecilerimize ve öğretmenlerimize çok teşekkür ediyorum. Çünkü geçen 4+4+4 uygulamasına kazasız belasız geçebilmek için bütün bir yazı, meslek-içi eğitimlerle, okul düzenlemeleriyle geçirdiler ve bu suhuletli geçişi büyük ölçüde sağladılar.


EĞİTİM CAMİASI YAZ BOYU ÇALIŞTI, ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM


Sistemin tam oturmadığı, hâlâ sıkıntılar olduğu da biliniyor. Endişeli velilere ve eğitimcilere ne söylersiniz?


Çoğu haklılar. Ama dediğim gibi, bir evden bir eve taşındığınızda bile bir süre, eşyaların yeni yerine alışana kadar sağa sola çarparsınız. Bu çok köklü bir değişimdi. Eğitim düzenlemeleri 150 km hızla giden bir aracı yolda sürerken rektifiye etmeye benziyor. Devasa bir sistem, milyonlarca öğrenci, yüz binlerce öğretmen ve idareci, yeni bir sisteme uyarlanıyor. Bu yapılırken ama “bir dakika, biz bu sene reform yapacağız, eğitim öğretime ara verdik, düzenlemeden sonra başlayacağız” diyemezsiniz. Yaz tatili boyunca bütün öğretmenler, idareciler işte bunun için, bütün o sınıf, yaş grubu, bina ayarlamaları uyarlamaları için çalıştı. İşin zorluğu ve yapılan işin çapı düşünüldüğünde karşılaştığımız sıkıntılar korktuğumuz ölçüde değil. Ama sıkıntı yok mu? Şüphesiz var. Bunların büyük kısmı hem fiziki, hem beşeri alt yapı yetersizliğinden kaynaklanan sorunlar. Bunlar da belli bir vadede çözülecek. En azından sorunların ve olası çözümlerin neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunlar zamana ve kaynağa bağlı konular. İnşallah mümkün olan en kısa zamanda ve mümkün olan en fazla kaynağı ayırarak artçı sorunları da çözeriz diye ümit ediyorum. 


MAZERET TAMAM, İLK ATAMALAR AĞUSTOS’TA


Şu an sosyal medyada da çok örgütlü ve aktif olan grup atanamayan öğretmenler. Mazeret atamaları tamam ama atanamayanlar sizden hayırlı haberler bekliyorlar. 


Başbakan’ımızın da açıkladığı gibi eş durumu, sağlık mazereti gibi zorunlu nedenlerle tayin isteyenlerin talepleri Şubat’ta yapılacak. Bu yer değiştirmeler de nakil talep edilen yerlerle taleplerin uyumuna bağlı olarak yapılabilecek.


Ya ilk atama bekleyenler?


Atanamayan öğretmenler başlığı altında toplananların sorunlarına Şubat’ta bir çözüm getiremiyoruz maalesef. Kadro verilsin, açıktan atama yapılsın taleplerine cevap veremiyoruz çünkü tüm planlamalar Ağustos’a göre ayarlanmış.


EĞİTİM KARMAŞIK BİR SÜREÇTİR


Eğitim meselesine kafa yormuş biri olduğunuzu biliyoruz; “eğitim” denince siz ne anlıyorsunuz? Ve elbette; “milli eğitim”den ne anlıyorsunuz?


Çok kestirmeden aforizmatik bir ifade kullanabileceğimi zannetmiyorum çünkü çok karmaşık bir süreç. O kadar ki sizin de hatırlattığınız gibi mesela, “Mektepler olmasa, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim” diyen Maarif Nazırı’na da biraz haksızlık ediliyor aslında. Adamcağızın söylediği, belli bir statüde olan mektepler. O zaman da okul çeşitleri var. Medreseler var, medreseler kendi içlerinde sınıflandırılmışlar, bir de yeni kurulmakta olan ayrı bir eğitim kurumu olarak "mektepler" var. Yani sistemin içindeki bir eğitim kurumu grubunu, küçük bir grubu kastediyor. Bugün benim kalkıp da mesela yeni açılmış bir lise türüne dair bir şey söylemem gibi. Emrullah Efendi meslektaşım olduğu için söylemiyorum ama durum böyle. Eğitim tek bir tanıma indirilebilecek bir şey değil. Bizde de, acaba mesela yüksek öğretim ayrı bir bakanlık olsa daha mı iyi olur, diye tartışmalar oluyor. Birbirinden o kadar farklı süreçler ve birimler var ki hepsini aynı tanıma sığdırmak zor.


BUGÜNKÜ EĞİTİM DÜZENİ FABRİKA DÜZENİDİR


İşin bir de ideolojik boyutu var?


Milli Eğitim Bakanı’na bunu söylemek ne kadar uygun düşer bilmiyorum ama ben senelerce üniversitede Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları”ndan da söz ettim. Şimdi Milli Eğitim Bakanı olunca onu unutmuş değilim. Eğitim de devletin ideolojik aygıtlarından biridir. Aile de öyledir. Daha doğrusu her kültür, yeni kuşakları kendi değer yargıları, kendi alışkanlıkları, kendi öncelikleri doğrultusunda biçimlendirmek ister. Eğitim bir biçimlendirme sürecidir, aracıdır. Dolayısıyla öyle çok da ütopik uygulamalara izin veren bir yapısı yoktur. Bugün sadece Türkiye’de değil dünyanın her yanında eğitim kurumlarında yaşanan sorunların, sancıların temelinde de bu eğitim düzeninin, Sanayi Devrimi’nin dayatmaları sonucunda biçimlenmiş olması yatar. Fabrika düzeni yani. Sanayi Devrimi’nin alt yapısı, fabrika düzenidir ve o düzene uyumlu eğitim kurumları da fabrika düzenin taklit ederler. Pink Floyd’un –Hani Kanal 7’de de çaldığımız- The Wall klibinden de hatırlayacağınız üzere.


YENİ ÇAĞDA EĞİTİM DUVARLARDAN KURTULUYOR


Evet, siz şimdi, bunu bilen “gören” bir “bakan” olarak ne yapacaksınız?


Evet, bunları biliyoruz ama bir yandan da biliyoruz ki burada milyonlarca öğrencisi, yüzbinlerce öğretmeniyle devasa bir kitle ve onu yöneten yüzlerce yıllık bir arkaplan var. Bilgi çağı, enformasyon çağı veya sanayi ötesi toplumda daha çok zihinsel üretimin öne geçtiği bir döneme girdik. İletişim teknolojilerindeki gelişmelerin de bir sonucu olarak artık okul dediğimiz o dört duvar arasındaki ve ilhamını büyük ölçüde fabrika düzeninden alan yapılanmalar demode olmaya başladı. Uzak öğretim, açık öğretim, on-line öğretim gibi uygulamalar gösteriyor ki, dünya oraya doğru gidiyor. Yani daha duvarsız, daha yumuşak, daha açık ve daha sürekli bir sürece dönüşüyor eğitim süreçleri.


ENTELEKTÜEL NAMUS VE POLİTİK PRATİK


Entelektüel uğraşları olan, bilginin namusuna, hakikat arayışına önem veren insanların politikayla işi olamaz gibi genel bir algılayış vardır. Politikayla uğraşanlara ise sevimsiz, kaba saba özellikler yakıştırılır ve bunun da kimi politikacılara oturduğu düşünülür. Siz, politika pratiği ve entelektüel namus arasında ortaklaşılan noktayı nerede görüyorsunuz? Ve bu geçiş sizin için nasıl oldu? 


O ortaklaşma noktası çok zor bir nokta. Günün ihtiyaçları siyasette çok tayin edici oluyor, bazılarının reel-politika dedikleri şey. Siz her zaman siyasette ideal çözümleri yahut düşüncelerinizin gerçekleşeceği ideal ortamları oluşturmak için gerekli ön koşulları her zaman bulamayabiliyorsunuz. O zaman işte, kendi özel doğrularınızla veya sizin entelektüel doğruları veya özellilikleri –ben kendimde vehmettiğim için değil, siz atıfda bulunduğunuz için o sıfata değiniyorum- siyasetin diline tercüme etmek ve siyaseti onların hizmetine sunmak çok cehd isteyen bir uğraş halini alıyor. Ve bu, yalnız başınıza yapılan bir şey değil, ortak değerleri paylaşan insanların birlikte gerçekleştirebilecekleri bir şey. Bizim de, 10 yıllık tecrübede de doğrusu ideallerle günün ihtiyaçları arasında ahenkli bir birliktelik oluşturmak konusunda çok da başarısız olmadığımızı düşünüyorum. Ama zamanlama bakımından eleştirilebilir birçok şey.


EĞİTİM ALANINDA ÇOK TORTU BİRİKMİŞ 


Başka alanlardaki hızla bu alandaki hızımız yadırganabilir veya kıyaslandığında değerler alanında yeterince hızlı hareket edemediğimiz düşünülebilir. Ama bu alanda temizlenmesi gereken yolun üstündeki engellerin daha büyük olmasından kaynaklanıyor bu. Burada çok ciddi bir tortu ve birikim var. On yılların biriktirdiği olumsuzlukların ayıklanması ve arındırılması gerekiyor. O da şüphesiz diğer, daha pragmatik işlerde, yani yol su elektrik gibi işlerde tutturduğumuz hızı bu alanda neden tutturamadığımızı da açıklayan bir şey. Bir de dünya o kadar hızlı bir niteliksel dönüşüm geçiriyor ki, bu değerlerle yeni gelmekte olan dünyanın beklentilerini, sınırlılıklarını telif etmek, uyumlandırmak da bir sorun. Dolayısıyla burada çok daha gayretli ve sabırlı olmak gerekiyor.


MEB’TE BAKANLARIN ORTALAMA SÜRESİ 11 AY 


AK Parti’nin 10 yıllık iktidarı boyunca kabinede üç bakan koltuğunu korudu; Başbakan, geçen haftaya kadar Sağlık Bakanı Recep Akdağ ve halen koltuğunda olan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım. En hızlı bakan değiştiren koltuk ise Milli Eğitim oldu, on yılda beş bakan değişti. Niye böyle oldu?


Türkiye’deki genel siyasi kültürle ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın genel idare içindeki yeriyle çok alakalı. Ben 1980’lerin sonunda Hasan Celal Güzel Bey’in bakanlığı döneminde burada müşavirken bir çalışma yapmıştım, o dönemde Milli Eğitim Bakanlarının ortalama bakanlık süreleri 11 ay falandı. Fakat Hasan Ali Yücel ve Tevfik İleri daha uzun süre bakanlık yaptıkları için ortalamayı onlar yükseltiyorlar, onları çıkardığınızda süre 9 aya falan düşüyor.


SİYASİ KÜLTÜR BİZİM DÖNEME DE YANSIDI


93 yılda 76 bakan değişmiş.


Buyur işte! Demek ki bakanların kahir ekseriyeti bir ders yılını sonuna kadar götürememiş. Üstelik garip bir biçimde gelen her bakan çok radikal değişimler dönüşümler yapmaktan kendini alıkoyamamış. Öyle olunca buradaki değişim hızı çok artmış. Nitekim bütün cumhuriyet tarihi boyunca apaçık olan bu genel kural bizim dönemimizde nispeten azalsa da yine de yansımış. Bizde de diğer bakanlıkların hiç birinde olmayan bir değişim sıklığı görülüyor.


BAKAN DEĞİŞSE DE EĞİTİM STRATEJİSİ DEĞİŞMEDİ


Eğitimin bakan öğüten bir alan olması bir yana, gelen her bakanın kendi sihirli formülünü uygulaması, eğitimi yap-boz tahtasına çevirirken, malzemenin “insan” olması hasebiyle sorunu daha da büyütmüyor mu?


Yalnız bizim dönemimizde önceki dönemlere kıyasla daha az olsa da bakanların değişmesinin şöyle bir avantajı var. Bizde bakanlar değişmiş ama hükümet değişmemiş. Dolayısıyla bakan değişikliği çok radikal bir politika ve strateji değişikliği anlamına gelmiyor. Dün mesela, çok önem verdiğim öğretmen stratejilerine yönelik bir Çalıştay’ın açılışını yaptım. ODTÜ, Hacettepe, Gazi ve Ankara üniversitelerinin katkılarıyla yürüyen çok güzel bir proje ve projeyi başlatan Nimet Hanım, sürdürüp bugüne getiren Ömer Bey, çalıştayı açan ise benim. Bu devamlılık başka alanlarda da var.


Siyasi kültürümüzde de olan bir şey bu; her gelen bakan kendi ekibiyle çalışmak istemiştir, isteyebilir de ama bu tür şeyler illa siyaset ve strateji değişikliği anlamına gelmiyor. Baştan belirlenmiş olan hükümet politikasını, parti programlarında yer alan ilkeleri, hedefleri, stratejileri- bütün bakanlar kabul ederek işe başlamışlar ve icraatlarıyla da onu bir adım ileri götürmek için ellerinden geleni yapmışlar, ama bunu farklı ekiplerle yapmışlar. Değişiklik de bu kadar, yoksa çizgide bir kırılma yok, çok şükür. 


AYNI ÇİZGİYE DEVAM EDİLİR


Siz, silginizi hiç kullanmayacak mısınız yani?


Herhalde Ömer Bey bu göreve devam ediyor olsaydı, kendisi ne tür tashihler, ayarlamalar yapmayı düşünür idiyse benim karşıma da onlar gelir ve ben de yaptığım zaman onda bir farklılık olmaz. Nasıl biz, aynı çizgiyi takip ediyorsak, tashihlerimizde de aynı bakış açısı, aynı kriterler rol oynar. O bakımdan önceki bakanlarımızın zaten bugüne getirdikleri olumlu işleri ve stratejileri yadsımak anlamına gelmez. Birinci bakan da burada oturuyor olsaydı onun da yapmayı isteyeceği tashihler yapılır. Çünkü hayat çok dinamik, Milli Eğitim çok canlı bir alan. Bakanlar kendi başlattıkları projeleri de revize etmişlerdir. Bizim aramızda da yine aynı şey devam eder.


ÇOCUKLAR TÜRKÇEYİ GÜZEL ÖĞRENSİN İSTERİM


Olabildiğince geç olsun elbette ve yapmak istediğiniz her şeyi yapın dilerim ama Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrıldığınızda neyi yapmış olmayı istersiniz?


En başta çocuklarımızın Türkçeyi çok iyi konuşan, çok iyi yazan, çok iyi dinleyen ve anlayan gençler olarak yetişmelerini çok arzu ederim. Bu kadim beceri yani ana dilini doğru konuşmak, doğru yazmak ve dolayısıyla doğru düşünmek becerisi bütün dünyada, özellikle sosyal medya, bilgisayar televizyon kültürünün olumsuz etkisiyle çok ciddi zaafa uğradı. Sadece Türk çocukları değil İngiliz çocukları da, Japon çocukları da derece derece farklı olabilir ama dil becerilerinde zaaflar gösteriyorlar. Biz ayrıca sıkıntılıyız. Eğitim öğretim alanında geçmiş yıllarımızda yaşanan kırılmalar nedeniyle bu temel becerilerde ciddi zaaflar oluştu. Dolayısıyla bu badireden çocuklarımızın dillerini, yazılarını tekrar kazanabilecekleri bir donanımla mezun olmalarını çok arzu ediyoruz. Bu sadece Türkçe ve edebiyat dersleriyle yapılabilecek bir şey değil. Şüphesiz en çok yük, bu dersler üzerindedir ama mesela matematik dersinde de Türkçeyi doğru kullanma becerisi çok önemli rol oynuyor; tarih dersinde de, coğrafyada da, fizikte de. Ana dilini güzel ve doğru kullanmak eğitim sisteminin olmazsa olmazlarından. En başta bunu çok arzu ediyorum.


TÜRKÇE KONUSUNDA CİDDİ ZAAFIMIZ VAR


Bir de malum yabancı dil öğrenememe sorunumuz var bizim. 


Kamuoyunun çok ortaklaştığı bu “Efendim biz yabancı dil öğretemiyoruz” sorununun kökeninde de bu var aslında. Kendi dilinizi doğru düzgün öğreneceksiniz ki yabancı bir dili de aynı şekilde öğrenebilesiniz. Biz İngilizce öğretemediğimizi uluslararası ölçütler bunu bize çok net gösterdiği için biliyoruz ama Türkçe eğitimimiz uluslararası ölçümlere girmediği için oradaki performansımızı, başarımızı veya başarısızlığımızı o kadar net göremeyebiliriz. Ama orada ciddi bir zaaf var. Orada bir fark oluşturabilirsek,  arkadaşlarımızla, öğretmenlerimizle birlikte, bunu kendi adıma da bir kazanç olarak sayarım, “neyi başardın?” dediklerinde, söyleyebileceğim bir şey olarak en başta bunu yapabilmeyi çok arzu ederim.


YÜCEL, GÜZEL, İLERİ


Milli Eğitim Bakanlığı tarihinde akla ilk gelen isim Hasan Ali Yücel. Sanırım hemen herkes böyle düşünür ama kamuoyunun önünde, devir teslim töreninde dile getiren ilk siz oldunuz sanırım. Ömer Dinçer’e kadar emeği geçen herkese de teşekkür ettiniz. Hasan Ali Yücel’i farklı kılan, sadece öğrencileri değil tüm topluma katkı sağlayan icraatı doğu-batı klasiklerini Türkçeye kazandırması idi. Sizin böyle projeleriniz var mı?


Hasan Ali Yücel, doğunun ve batının klasiklerinin dilimize aktarımı projesinin mimarı. Hakikaten onu çok rahmetle yad ediyorum. Daha sonra onu Hasan Celal Güzel Bey yeni formatta yeniden yayınladı biliyorsunuz. Ve bir engin gönüllülükle sanki o işi ben yapmışım gibi bana atfederek bahsetti yazısında. Halbuki öyle değil, o projenin mimarı da yürütücüsü de kendisidir, ben sadece bir danışmandım. O işin bütün şerefi Hasan Celal Güzel Bey’e aittir. Hepsini sayamam ama milli eğitimde çok hayırlı işler yapmış veya yapılmasına vesile olmuş başka bakanlar da var, rahmetli Tevfik İleri mesela. DP döneminin. Başka bakanlar da var. Ama bakan olmayan bir isim daha var.


FETHİ GEMUHLUOĞLU BAKAN GİBİYDİ


Kimdir?


Fethi Gemuhluoğlu. Fethi Ağabey bir süre burada MEB’de özel kalem müdürlüğü yapmıştır. Ama onun özel kalem müdürlüğü klasik anlamda bir özel kalem müdürlüğü değildir. O kadar değildir ki o günlerde -Bakanı da çok kıymetli bir bakan olmasına rağmen- burada işleri olan insanlara “Yahu burada bir yanlışlık var, özel kalemde oturan zat içerde, içerdeki de burada olsa sanki daha mı doğru olurdu” dedirtecek kadar, içerideki zatın zafiyetine değil de Fethi Ağabeyin meziyetlerine işaret eden bir espri dolaşırmış o günlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nda. Fethi Ağabey sadece MEB’de değil Türk Petrol Vakfı’ndaki görevi sırasında da adeta ikinci bir bakan gibi hizmet etmiştir. Bugün akademyada siyasette bürokraside görev yapan binlerce insan gibi ben de onun bursiyerlerinden biriyim. Onun için,  Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra buraya göreve gelirken, ilk gün, bendeki hatıra kravatını takarak geldim. Bu vesileyle onu da bir kez daha rahmetle ve minnetle yad ediyorum.


Devir teslimde unutmuşun ama elbette ANAP’ın Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler var. Burada çok sessiz ama çok derin bir dönüşümü gerçekleştirmiş ve Milli Eğitim mevzuatını ve bürokrasisini millileştirmekte çok mühim bir rol oynamıştır. Ona da bu vesileyle sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum. Onun dışında Hasan Celal Güzel Beyin de çok büyük emeği oldu. Bilgisayar destekli eğitim programları ilk Hasan Bey zamanında başlatılmıştır.


BÜTÜN BAKANLAR VE EĞİTİMCİLER 


Sizin müşavirlik döneminiz değil mi?


Evet. Onun dışında bizim dönemimizde Erkan Mumcu Bey de çok iyi niyetli çalıştı. Kültür Bakanı Hüseyin Çelik ile bir tür yer değiştirmiş oldular ve Hüseyin Bey de burada ciddi bir yapılanmaya zemin hazırladı. Okul, derslik yapımı konusunda olağanüstü bir performansı vardır Hüseyin Bey’in. Nimet Hanım aynı şekilde, bahsettiğim Çalıştay dahil pek çok projenin başlatıcısıdır. Ve Ömer Bey, hem kendisinden önceki bakan arkadaşların başlattığı hayırlı hizmetleri daha ileriye götürmek konusunda pek çok hizmetleri oldu hem de kendisi pek çok yeni proje başlattı. Kendisinin zaten akademisyen olarak var olan yönetim kültürünü uzun yıllar Başbakan Müsteşarı olarak da pratikleştirmişti. Bütün birikimini Milli Eğitim Bakanlığı’na uyarladı. Milli Eğitim yönetim yapısını ciddi bir tadilata ve tamirata tabi tuttu. (Revizyon diyecektim ama çocuklara Türkçe öğretmek konusunda hassas olmamız gerektiği için revizyon yerine tadilat dedim. Böylece inşallah o güzel kelimelerimizin ihyasına da vesile oluruz, bunlara dikkat edersek). Dolayısıyla onu da şükranla anıyorum. Biz bir süre, o bakan, ben eğitim komisyonu başkanı olarak yakın ilişki içinde olduk, ama asıl mühimi bizim çok eski arkadaşlığımız var.


O yüzden, geçmişte bu müesseseye hizmeti geçen, sayamadıklarım da dahil, bakanlar da dahil olmak üzere, sıralarda, dersliklerde ders veren öğretmenlerimize, yöneticilerimize, müdürlerimize muavinlerimize, bütün camiamıza teşekkür ediyorum. Rahmete kavuşanlara Allah’tan rahmet diliyorum, emeklilerimize sağlıklı hayırlı uzun ömürler diliyorum. Öğretmenlikte emeklilik olmaz derler, hakikaten olmuyor, olmaz, onların da önce dualarıyla, sonra düşünceleri ve eleştirileriyle bizim buradaki faaliyetlerimize katkıda bulunmalarını rica ediyorum. Görevdeki arkadaşlarımıza da aynı şekilde hem teşekkür ediyor, hem de onların desteklerini, katkılarını bekliyorum.


VELİLER ÖDEVLERE FAZLA KARIŞMASA İYİ OLUR


Sanırım veliler de teşekkürü de hak ediyor, çünkü eğitimde velilerin rolü farklılaşarak büyüyor sanki. Çocukların ödevleri mi artıyor bilmiyorum ama o ödevleri, özellikle de performans ödevlerini epeyce bir süredir veliler, ama özellikle anneler yapıyor. Bunun onlar için ikinci bir eğitim yahut bilgi tazeleme fırsatı olduğuna şüphe yok ama bu hep böyle mi devam edecek?


Velilerin bilgi tazelemesi iyi ama çocuklar için iyi mi acaba bu? Veliler şüphesiz eğitim sürecinin bir parçası. Ödevlerden yakınmalarını anlıyorum. Ama sadece beceri ödevleri değil, eskiden beri böyledir, anneler babalar çocuklarının eğitiminde paydaş oluyorlar. Bu sevindirici bir şey. Bizim bir de hakikaten sınırları belirli, kast sistemi gibi sınıfsal bir sistemimiz olmadığı için eğitim bir dikey hareketlilik aracı. Ve o yüzden devlet olarak eğitime ayırdığımız kaynak dışında velilerin çocuklarının eğitimi için ayırdığı kaynaklar, başka hemen hiçbir ülkeyle kıyaslanamayacak kadar yüksek ve cömert. Klasik ibaredir, “ceketimi satarım seni okuturum”. Bu, çok ceketi olan babalar dışında hemen her evde en az bir kere söylemiştir. Bu, bizim, eğitime, çocuklarımızın öğretimine verdiğimiz değeri gösterir. Dershanelere ödenen ücretler, okul araç gereçleri için yaptığımız harcamalar, yapamasak da yapmak istediğimiz, gönlümüzde yatanların büyüklüğü itibariyle öyle. Bunun için onlara teşekkür ederim; ama çocukların ödevlerine de çok fazla karışmamak lazım.


GÖK HARİTASI BENZETMESİ


Aslında çocuklar eskisi kadar okulların, öğretmenlerin ve ailelerin etki alanında değil sanırım. Çocuklar daha çok televizyonun ve internetin, oralardan alınan enformasyonun iktidar alanında. Siz de bir röportajınızda “enformasyonda bilgiyi, bilgide hikmeti kaybettik” demişsiniz. Şartlar böyleyken, Enformatik Cehalet’i yazmış ama an itibariyle Türkiye’nin bütün genç kuşağının eğitiminden de sorumlu kişi olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?


Aslında herkes kabul ediyor ki, o eski fabrika düzeninden mülhem eğitim sistemlerinin dönemi bitti, gittikçe anakronik hale geliyor. Ve onun yerini hem zihniyet, hem yapılanma olarak daha açık bir sistem alıyor. Ama benim böyle durumlarda örnek verdiğim bir benzetme var: Gök haritası benzetmesi. Bulutsuz bir gecede gökyüzüne baktığınızda pek çok yıldızlar görüyorsunuz - büyükşehirlerde göremiyorsunuz, şehir ışıkları yüzünden- ama kırda pek çok yıldızlar görüyorsunuz. Gökbilimciler diyorlar ki; o gördüğünüz yıldızların bazıları artık yok. Milyonlarca ışık yılı uzaktalar. Şu anda gördüğünüz ışık, onların birkaç milyon ışık yılı önce yola çıkmış ve bizim dünyamıza ancak ulaşmış ışıklar. Bunlar belki de söndü şu anda. Ama biz onlar hala varmış gibi onları görüyoruz. 


EĞİTİMDE İLİŞKİ BİÇİMLERİ DE DEĞİŞİYİOR


Bazı toplumsal kurumlar böyledir. Belli toplumsal ihtiyaçların dayatmasıyla oluşmuş kurumlardır bunlar. Ama zaman içinde toplumsal kurumlar, ihtiyaçlar değişiyor ve o kurumların ortaya çıktıkları o ilk haliyle yapılaşmış haline ihtiyacımız yok artık. Ama zihinsel değişim ve dönüşümlerle toplumsal, kurumsal ve yapısal değişim aynı hızla cereyan etmiyor. O yüzden bazı kurumların hayatiyetini sürdürmesi, o ışığı bugüne ulaşmış olsa da, kendisi ortadan kalkmış olan yıldızlar gibi... Fabrika düzeninin arkasında böyle hüzünlü bir hikaye var.


O yüzden şimdi Fatih Projesiyle yeni ihtiyaçlara cevap verebilecek yeni yapılanmalar, yeni eğitim, öğretim, aktarım teknikleri, üslupları geliştirmek istiyoruz. Bunlar eğitimin temel parametrelerini ciddi manada ilgilendiren gelişmeler. Öğretmen-öğrenci, öğretmen-yönetici, yönetici-öğrenci, yönetici-veli, öğrenci-veli, öğretmen-öğretmen ilişkileri biz farkına varsak da varmasak da çok radikal biçimde dönüşüyor.


AKILLI TAHTADA ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ REKABETİ


Buna zihinsel olarak hazır mıyız peki?


Bana göre Fatih Projesinde en dikkat etmemiz gereken konulardan biri de, sınıfta mesela akıllı tahta kullanımı konusunda öğretmenle öğrencilerimiz arasında gizli bir rekabet oluşma tehlikesi. Çünkü hepimiz biliyoruz ki çocuklar, dijital aygıtlar ve teknikler konusunda belli bir yaşın üzerindekilere göre çok daha çabuk kavrayışlı, becerikli oluyorlar. O yüzden sınıfta öğretmenlerin rakipleri var. Burada ilişki tatlı bir rekabet ilişkisi gibi yürütülebileceği gibi, ciddi psikolojik sorunlara da yol açabilir. Bunu engellemek mümkün olmasa da, dengelemek gibi, daha önce hiç gündemimizde olmayan sorunlar ve çözümler masamıza gelecek. Sorunlar gelecek ama şüphesiz o kadar çok da çözümler gelecek. Bizim de o çözümler arasından en uygun olanını seçmek gibi bir sorumluluğumuz var, siyasetin görevi biraz da bu.


ÖĞRETMENLERİMİZ HER ŞEYİN EN İYİSİNE KAVUŞSUN İSTERİZ


Eskiden okul idaresi ve öğretmenler, öğrenci-veli-okul üçgeninde belirleyiciydi, öğrenci ve veliye karşı daha katı, daha formel, daha buyurgandı ve hatta şiddet de eğitimin doğal bir parçası olarak görülürdü. Yaşanan dönüşümle birlikte, pozitif şekilde öğretmen, öğrenci ve veli eşitlendi, hiyerarşiyi oluşturan üçgen yataylaştı ama sanırım biraz fazla aşındı. Epeydir duyduğum okuduğum şöyle bir durum var: Öğretmenler sınıfta ders anlatabilmek için sessizliği sağlayamamaya varan bir otorite yitimi yaşıyorlar, velilere karşı da “ezik” bir noktaya savruluyorlar. Öğrencisinden ya da veliden hakaret işiten, tehdit edilen, arabası çizilen öğretmenler var. Burada bozulan denge nasıl sağlanabilir?


Öğretmen, öğrenci, veli, yönetici tüm bu ilişkilerde o eski katı hiyerarşik ilişki biçimleri dağılıyor, daha demokratik, daha incelikli ilişki biçimleri ortaya çıkıyor. İdeal olan bu, ama gündelik hayatta hiyerarşik yapının ortadan kalkışından ötürü zaman zaman bunu istismar eden hatta bunun üzerinden şiddet üreten örnekler de görülüyor. Tabii bunda yaygın medyadaki bir takım – ben televizyonun öyle çok doğrudan etkileyici bir rolü olduğunu düşünmüyorum ama- yine de bazı tv yapımlarının yayınlarının da bu tür tavırlarda, üsluplarda rolü olabileceğini düşünebiliriz.


Bir de tabii, özellikle öğretmenlerimizin ve öğretim üyelerimizin gelir düzeyleri itibariyle toplumdaki refah artışından daha fazla pay almaları halinde toplumsal itibarın pekiştirilebileceğini düşünüyorum. Gelir düzeyiyle –ne yazık ki böyle- toplumsal saygınlık arasında hiç ilişki yok denemez. O nedenle öğretmenlerimizin her şeyin en iyisine ulaşabilecekleri bir gelir düzeyine sahip olmaları başından beri bütün hükümetlerin arzusu olmuştur. Özellikle eğitime ayrılan pay, son dönemde yapılan yatırımlar, yapılan düzenlemeler nedeniyle bu dönemde öğretmenler maddi bakımdan biraz daha rahatlatıldı. Yeterli mi, değil, daha çok olmalı.


HEPİMİZİN OTORİTESİ SARSILIYOR


Ben kendi öğrencilik dönemimizdeki öğretmenlerimizin hem gelir durumları, hem toplumsal saygınlıkları bakımından bugüne kıyasla çok daha iyi konumda olduklarını biliyorum. Ama şunu da unutmamak lazım, o zamanlar okul, bilgi edinmenin hemen biricik kaynağıydı. Ne televizyon vardı, ne radyo bu kadar yaygındı, onlar daha çok eğlenme aracıydı ve hakikaten bir şey öğrenmek isteyen için tek seçenek vardı, okul. O seçeneğin kapısında da öğretmen duruyor. Öyle olunca, ona göre bir itibar oluyor. Şimdi öğretmen ve okul yegane bilgi kaynağı değil. Çocuk okul haricinde pek çok kaynaktan, öğretmenin, velinin denetimi dışında, onların haberi olmadan pek çok bilgiye ulaşabiliyor. Bu da öğretmenin de, velinin de, dedelerimizin de, hepimizin otoritesini tehdit ediyor. Bu böyle; ama hayatın gerçeği. “Bu kadar çok şey bilmesinler ve bize uysunlar” deme şansımız yok.


Ne yapacağız o zaman?


İşte tatlı rekabet dediğimiz şey olacak. Öğretmenler, veliler, idareciler, bakanlar olarak, çocuklarımızla bu anlamda yarışabilmek için gayret göstereceğiz. Onlar karşısında açığa düşmemek için biz de kendi donanımızı mümkün olduğunca pekiştirmeye çalışacağız.


MEB’İ NÜFUS ARTIŞINA HAZIRLIYORUZ


25 milyona yakın öğrenci var, 700 bin eğitimci kadrosu var. Hem fiziki anlamda hem de öğretim kadrosu bakımından büyük bir yapılanmadan, planlamadan bahsediyoruz. Var olan birikmiş sorunlar henüz tam olarak giderilebilmiş değil ama geleceği de tasarlamak lazım. Ve Başbakan Erdoğan Türkiye’nin nüfusunun yaşlandığından hareketle çocuk sayısını sürekli artırıyor! Onun çıtayı yükseltmesi Milli Eğitim Bakanı olarak sizi endişelendiriyor mu?


Başbakanımızın dediği gibi nüfusumuzdaki düşüş aslında eğitime de yansımaya başladı. Hangi şehirler olduğunu söylemeyeyim ama bazı şehirlerde ilkokula kayıt olan öğrenci sayısında düşüşler var, kapatılan ilkokullar var. Mesela bir yerde okula başlaması gereken öğrenci sayısı 100’ken 90’a düşüyor. Bu ciddi bir tehlikedir. Başbakanımız bunun için dikkat çekiyor. Bahsettiğimiz Çalıştay’da, Türkiye’de eğitim talebinde bulunacak nüfus projeksiyonları, göç projeksiyonları yani eğitimdeki arz-talep öngörüleri, bunların branşlara ve illere-bölgelere göre dökümleri, yaş gruplarına, eğitim derecelerine göre dökümleri ve on yıldan uzun bir perspektifle önümüzü görebilmek ve tedbirlerimizi de bugünden almak için çalışılıyor. Bugün fark ettiğimiz ve telaş içinde başlamış çalışmalar değil bunlar, Hüseyin Bey, Nimet Hanım zamanında başlamış, ciddiyetle sürdürülmüş, halen de sürdürülüyor.


MEDYA İLE NEZAKETLİ ÜSLUPLU BİR İLİŞKİ


Siz vekilliğinizden önce Başbakan Başmüşaviri idiniz ve Başbakan’ın medyayla ilişkilerinden de siz sorumluydunuz. Başbakan ile medya arasında zaman zaman sorunlu bir ilişki oldu ve siz daha önce yaptığımız röportajda bunun tek yönlü bir sorun olmadığını söylemiş, “Başbakan’ın medya ile ne sorunu var” sorusuna cevaben “Medyanın Başbakan ile ne sorunu var” demiştiniz. Sorum şu: Başbakan’ın medya ilişkisi böyle iken, ve siz de Başbakan’ın en azından yakın döneme kadar medya ile ilişkisinden sorumlu iken, bugün siyasettesiniz, etkin bir bakanlık görevine atandınız, ve medya sizi çok seviyor. Bu nasıl oluyor? 


Eğer Başbakan ile medya arasındaki o inişli çıkışlı ilişkiye rağmen bizim medya ile nasıl bu kadar uyumlu bir ilişkimiz olduğunu soruyor iseniz: Sadece medya ile ilgili değil akademide de, bürokraside de, siyasette de asgari nezaket kurallarına uyduğunuz zaman dikkatinize aynı şekilde cevap veriyor. Medyada da çok küçük bir azınlık dışında -yaptıkları haberler yorumlar üzerinden söylemiyorum- kişisel ilişkiler bakımından söylüyorum- gayet insani, benim de değer verdiğimi bir ilişki biçimi süregeldi. Yapılan bazı haberlere yorumlara rağmen ben de onları çok kişiselleştirmedim açıkçası. Gerektiği zaman yanlış veya eksiklerine dikkat çekmek görevimdi, bunu da yaptım ama bunu da bir üslup içersinde yapmaya çalıştım.


UĞUR DÜNDAR’I ŞUNUN İÇİN ARADIM


Uğur Dündar Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na bilgi verirken ısrarla “medya-iktidar ilişkilerinin geçmişte nasılsa bugün de öyle olduğunu, bugün de siyasi iktidardan medyaya bazı talepler ve telkinler olduğunu” söylemiş. Kim yaptı diye sorulunca da “Beni Başbakanlık’tan Nabi Avcı aradı ve bazı konularda daha duyarlı olabilir miyiz dedi, ben de bunu bir dayatma olarak değil rica olarak kabul ettiğim için dikkate aldım” gibi bir ifadede bulunmuş. Önce bu ifadedeki nezaket ve dikkat için kendisine teşekkür ederim. Gerçekten bir telkin gibi değil, bir kanaat paylaşımı olarak söylenmişti. Ama bu dikkatli ifadelere rağmen, şu husus bilinmezse yanlış anlamalara yol açabilir. Ben sanki siyasi iktidarın veya bazı siyasi aktörlerin sözleri veya faaliyetleri dolayısıyla bir ricada bulunmuşum gibi zannedilebilir. Özellikle Uğur Dündar Bey’le yaptığım konuşmayı hatırlıyorum. Çünkü onu ve medyada etkin konumda olan birkaç arkadaşı aradığım birkaç konu vardır. Bunlardan biri, İstanbul’da El-Kaide saldırıları sırasında verilen ilk televizyon görüntüleri ve haberleriyle ilgiliydi. Bu görüntülerin bütün dünyada panik havası yaratabileceğini, hem görüntülerin niteliği hem de veriliş tarzı itibariyle aleyhimize olabileceğini, İstanbul’un savaş zamanındaki Beyrut gibi algılanabileceğini, El-Kaide dolayısıyla uluslar arası dikkatin daha da keskinleştiğini söylemek için aradım. Hem bu görüntülerin bize zarar vermemesi için dikkatli kullanmamız gerektiğini hem de o sırada güvenlik güçlerinin operasyonları devam ediyordu ve Emniyet’ten sızan bilgilerle yapılacak haberlerin operasyonlara da, benzer yeni saldırıları önlemek için yapılacak çalışmalara da zarar verebileceğini hatırlattım. Bunu söylerken de Amerika’da İkiz Kulelere yapılan saldırıyı ve Amerikan medyasının bunu kamuoyuyla nasıl paylaştığını örneklendirerek, bakın orada bir tek ceset dahi gösterilmedi, Amerika’nın bir güvenlik zaafı varmış gibi bir imada bulunulmadı, diyerek dikkatlerini buna çektim.


Bir iletişim hocasının öğrencilerine ders verirken kullanacağı türden bir dil ve hatırlatış bu…


Evet. Bir de asker kaçırma olmuştu ve o zaman da PKK’nın rehin aldığı askerleri kurtarma çalışmaları yapılıyordu ama medyanın konuya ilişkin haberleri hem bizzat asker ailelerini, hem de genel kamuoyunu çok tedirgin edebilecek ifadeler taşıyordu. O zaman da bu bilgilerin paylaşımına dikkat etmek gerektiğini paylaştım arkadaşlarla. Ve hiç birinden de “sen bizim basın özgürlüğümüzü tehdit eden bir şey istiyorsun” gibi bir tepki vermedi, bilakis hepsi buna hak verdiler, teşekkür ettiler ve gerçekten de buna uydular. Hepsine teşekkür ediyorum bir kez daha ama Uğur Beyin ifadesini sanki hükümetin politikalarıyla ilgili özel bir şey istemişim ya da eleştiriye tahammül gösterilmemiş gibi anlaşılmaması için bunu açıklamak istedim.


DEMEK Kİ SAHTE TWİTER HESABINDA BİLE KALİTE ARANIYOR


Peki şu twiter’da sizin adınızla hesap açanlara ne diyeceksiniz?


Söylendiğine göre twiter’da üç beş tane Nabi Avcı türemiş. (Basın danışmanı Burcu Hanım sayının 15 olduğunu söylüyor) Allah Allah… Şimdi 15 tane sahte Nabi avcı var. Bunlardan bir tanesinin esprileri falan fena değildi. (Burcu Hanım, en fazla takip edilenin o hesap olduğunu söylüyor) Demek ki millet sahtede bile kaliteyi arıyor. (gülüyor) Ama bunların benimle hiç ilgisi yok. Benim twiter’da hesabım yok.


AYAKÜSTÜ AÇIKLAMA YAPMAYACAĞIM


E bir hesap açmayacak mısınız?


Bu tür korsan girişimler olmasın diye Nabi Avcı adını rezerve ettirmişti arkadaşlar ama buna rağmen başına sonuna bir ek koyarak açıyorlar işte… Dolayısıyla benim twitter’da kullandığım hiçbir hesap yok. Tek twit bile atmadım. Dolayısıyla kimse ne orada benden bir twit alabilir, ne bana bir twit ulaştırabilirler, boşuna yorulmasınlar. Genç arkadaşlar bazı şeyler kararlaşma aşamasında olduğu için bu kanalları kullanıyorlar ama bilinsin ki, biz bütün resmi açıklamalarımızı kendi kanallarımız ve basın büromuz aracılığıyla yapıyoruz, yapacağız. Hiçbir konuda ayaküstü açıklama yapmayacağım.


KİTAPBANK’TAN ÖDÜNÇ KİTAP ALAN ÇOCUK


Adınızın Nebi olduğu ama sonradan edebiyata düşkünlüğünüz nedeniyle Nabi’ye çevirdiğinizi okumuştum bir yerde?


Bu doğru değil. Dedemin koyduğu isim Nabi. Nüfus memuru yanlış yazdığı için daha sonra bir tashih yaptırmak durumunda kaldım. Ama Nebi ismini ne ben kullandım, ne de ailem.


Ablanız, çocukken bütün paranızı kitaplara yatırdığınızı söylüyor...


Doğru ama bu sadece bana özgü bir durum değildi. O zamanlar televizyon yoktu, bu kadar sosyal ortamlar yoktu ve ikinci el kitapçılık çok yaygındı. Eskişehir’de bile birkaç tane vardı. Rahmetli Abdullah Etik vardı mesela, Hamamyolu Caddesindeki sokaklardan birinde. Rahmetli Muhittin Beyazıt vardı, Maraşlı, Erdem Beyazıt’ın yakını olduğunu sanıyorum. Onun Kitap Bank’ı vardı mesela, ödünç kitap al, git oku, sonra getir sistemiyle çalışan.


Kafka külliyatını lise yıllarında okuyup bitirmişsiniz. “Bakan olacak çocuk” durumu mu bu?


Yok. Orada bir siyasetçiden çok, hatta akademisyenden çok sanata, edebiyata yönelecek bir çocuk figürü var aslında. 


BÜTÜN ÖĞRETMENLERİME MİNNETTARIM


Siz öğrenci olarak kimlerden beslendiniz peki, en çok hangi öğretmenlerinizden etkilendiniz?


Bilfiil öğretmenim olmadı ama, Eskişehir Atatürk Lisesi Almanca öğretmeni olan dayım Lütfü Solak’a minnet borçluyum. İlk öğretmenim Nebahat Yıldızbayrak’a Allah’tan rahmet diliyorum. Eskişehir Maarif Koleji’ndeki öğretmenlerimi şükranla anıyorum. Hepsini... Ama en başta rahmetli Cevat Ülger hocamı... Resim öğretmenimizdi. Ama o talebelerine sadece bir resme bakmayı değil; tarihe, coğrafyaya, kitaplara, ağaçlara, insanlara bakmayı; türkü dinlemeyi, zeybek oynamayı da öğretmek için çırpınan müthiş bir muallimdi. Bu kelimeyi de çok severdi. Mimardı.  Eskişehir’deki Reşadiye Camii, Tepebaşı Camileri, İstanbul’daki Küçüksu Camii onun eseridir. Allah gani gani rahmet eylesin. Ahirete göçen Müdürümüz Türkçe öğretmeni Sabri Örüklü’ye, İngilizce öğretmenimiz Kemal Koçak’a, Beden Eğitimi öğretmenimiz Hasan Saltan’a, Almanca öğretmenimiz Zeki Taşan’a, Müzik öğretmenimiz Sumru Oktay’a, Din Dersi öğretmenlerimiz Abdurrahman Turan ve Mutullah Kocabaş’a, sonraki müdürümüz Temel Özten’e Allah’tan rahmet diliyorum. Hayatta olan sevgili öğretmenlerime de, hürmet ve muhabbetle, sağlık ve afiyetler diliyorum.