Muhalefet niçin ‘teröre lanet’ diyemiyor?

Kim yazmıştı? Şu an aklımda değil... Önceki gün Yenikapı’da gerçekleştirilen mitinge gönderme yaparak, “Bu türden nümayişleri genellikle muhalefet organize eder” diyordu ve bir “tersliğe” dikkat çekiyordu. 

Öyle olur genellikle...

Bir “şey”e, bir “durum”a karşı halk tepkisini örgütlemek, muhalefet partilerinin önceliğidir... Dolayısıyla, terörden şekvacı olan kitleleri, dolaylı da olsa “terör”den sorumlu olan/sorumlu tutulması gereken siyasal iktidara karşı vaziyet almaya çağırmak, muhalefet partilerinin görev alanında olmalıdır.

Tam tersi oluyor...

Kitleleri, teröre karşı vaziyet almaya, siyasal iktidar (ya da meşrebinize göre devlet) çağırıyor.

Bu niye böyle oluyor?

Bunun niye böyle olduğunu, vaktiyle kafasına göre “devlet” tanımı yapan eski YÖK Başkanı Erdoğan Teziç açıklamıştı. İki farklı iktidar alanından (iki farklı devletten) söz ediyordu Teziç... AK Parti’yi asıl ve “karizmatik devlet”e yakıştıramadığı için, bu partiyi devleti ele geçirmekle suçlayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesine “zımnen” destek veriyordu. AK Parti, evet, laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmişti, Başsavcıya göre bu cürüm kapatmayı gerektiriyordu ama bunun da ötesinde, Meclis’i devletin iktidar alanına taşımaya (yani “devlet iktidarını” elde etmeye) çalışıyordu.

Buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir:

Kaç yıldır ülkeyi yönettiği halde, AK Parti hâlâ iktidar odağı sayılmıyor. Bu partinin bünyesinden çıkmış Cumhurbaşkanları bile görüntüyü(durumu) değiştirmeye yetmiyor.

Demek ki, görünür ya da görünmez iktidar odaklarına karşı halkı örgütleme önceliği hâlâ AK Parti’de ve bu (olağan dışı) durum halk tarafından da yadırganmıyor. Bu işin bir boyutu...

Cevaplanması gereken asıl soru şu:

Muhalefet partileri, aydınlar, sivil toplum örgütleri, medyanın bir kesimi, niçin “Teröre lanet” mitingine yüz vermediler ve niçin bu haklı nümayişe karşı “eleştirel bir mesafede” durdular? Miting, AK Parti’nin gövde gösterisine dönüştüğü için mi? Ya da “Devlet iktidarı-Meclis iktidarı” ayrımının hâlâ geçerli ve cari olduğuna inandıkları için mi?

Her ikisi de...

Fakat çekinceleri ve geri duruşları, bana kalırsa, “terör”e ya da PKK’ya yükledikleri işlevle alakalı... “Erdoğan gitsin de, isterse memleket batsın”düşüncesine sahip bu çevrelerin, teröre (ve tabii PKK’ya) bir “ıslah ve tedip aracı” olarak baktıkları sır değil. Bu cümleden olarak, AK Parti iktidarını sona erdirecekse, Erdoğan’ı bitirecekse, terör “tolere edilebilir”, hatta desteklenebilir. Bu çerçevede, bir “iç savaş” bile desteklenebilir. Nitekim Türkiye’nin kurtuluşunu (Erdoğan’dan kurtuluşu), iç savaş koşullarına bağlayan entelektüeller çıktı: Türkiye, “iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden” düzelemezdi. Ya da bu badireyi, “bize çok acılar çektirecek bir altüst oluş”la, bir darbeyle, bir kaosla, büyük bir ekonomik krizle atlatabilirdik. Erdoğan’sız ve AK Parti’siz bir Türkiye’ye ancak bu yolla ulaşabilirdik.

Pensilvanya da böyle bakıyor.

Hiç kuşkunuz olmasın...

Bütün bu parametreler, bize, niçin terörün hoşgörüyle karşılandığı, niçin teröriste “terörist” denilemediği, niçin “PKK” isminin özenle“karartıldığı” sorularının cevabını veriyor.

Evet, Yenikapı’daki nümayişe bir sivil toplum örgütü öncülük etti ama görüntü, bir “AK Parti mitingini” andırıyordu.

Bunun sorumlusu da, takdir edersiniz ki, Erdoğan ya da AK Parti değil... Asıl sorumluyu, “halkı iktidara yaklaştırmama” programının (hâlâ caridir bu program ve mebzul miktar dış desteğe sahiptir) sahipleri arasında aramak gerekiyor.