Muhteşem Yüzyıl’a ne yapmalı?

İyi bir televizyon izleyicisi değilim. Hele dizi müdavimi hiç değilim. Dolayısıyla sıcak meşhur Muhteşem Yüzyıl dizisini bugüne dek izlemedim.

Ancak gözüme çarpan sahneler ve okuduğum yorumlar, bu dizinin, zihnimdeki Osmanlı realitesine kıyasla “cıvık” bir tablo çizdiği izlenimi uyandırdı bende. Osmanlı dekorlarının içine Beyaz Türk çiğliklerinin yerleştirildiğini sezinledim.

Dolayısıyla da, Başbakan Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl dizini eleştirmesine, bunun “bildiğimiz Kanuni”ye uymadığını belirtmesine katılıyorum. Dahası, ben katılmasam bile, bir başbakanın kültürel bir meselede kanaat bildirmesini, kendisine oy veren tabanının “hislerine tercüman olmasını” da meşru görüyorum.

Gelgelelim, başbakan Muhteşem Yüzyıl’ı kınamakla kalmadı. Dizinin yayından kaldırılması için yargıyı göreve çağırdı. Yani yasaklama veya sansürün kapısını araladı ki, burada biraz durup düşünmek gerekiyor.

Yöntem meselesi

Önce belirteyim ki yargının bu konuda bir şey yapması zor gibi. Çünkü “tarihsel gerçeklere uymayan film çekme”yi suç kılacak bir kanun maddesi yok.  

Aslında Türkiye’de vardır bu kapıya çıkan bir kanun maddesi, o da “Atatürk’ü Koruma Kanunu”dur. Bu kanun gereğince Atatürk hakkındaki nice kitap ve filme dava açılmıştır bugüne dek. O kanunu savunan, yani “Atatürk’e uzanan eller kırılsın” diyerek yargıyı “göreve” çağıranların, bugün Başbakan’ın Muhteşem Yüzyıl çıkışını eleştirme hakkı yok. Onlar bir kenarda dursunlar bir kere.

Onlar dursunlar, ama biz muhafazakârlar oturup tartışalım. Açık bir toplumda değerlerimizi nasıl savunmalıyız sorusuna cevap arayalım.

Acaba biz de tıpkı Kemalistler gibi, yasaklar ve sansürlerle mi korumalıyız değer verdiğimiz tarihsel şahsiyetleri?

Yoksa daha iyi yöntemler var mı?

Benim kuşkusuz hazır bir cevabım var: Yasaklardan ve sansürlerden yana değilim. İnandığım değerleri, baskı değil, özgürlük temelinde savunmaktan yanayım.

Böyle düşünmemin de iki temel gerekçesi var.

Koruma değil rekabet

İlki, “doğru görüşler”i devlet eliyle dayatmaya kalktığımızda, serbest düşüncenin giderek boğulacak olması.

Çünkü sadece muhafazakârların “doğru”ları yok ki, herkesin var. Bunların dayatılmasına eyvallah diyeceksek, bu kapıdan herkes girecek. Kemalistler zihinlerindeki Atatürk imajını empoze etmeyi sürdürecek. Belki Rum vatandaşlarımız çıkıp “Malkoçoğlu filmlerinde ecdadımıza hakaret ediliyor, Bizans imparatorları kadın düşkünü, ayyaş zalimler gibi resmediliyor” diyecekler. Yargıyı “göreve” çağıracaklar.

Bu talepler karşısında muhafazakârlar, “bize ne kardeşim diğer değerlerden, biz sadece kendi işimize bakarız” derlerse, ilkesiz ve oportünist bir kesim olarak geçerler tarihe.

Yok eğer, “evet, hiçbir değerin rencide edilmesine izin verilmesin, devlet her saygısızlığı yasaklasın” derlerse, o zaman özgürlükler feci şekilde kısıtlanır. Toplumdaki herkes “suya sabuna dokunmadan” konuşmak ve üretmek zorunda kalır.

Yine de böyle bir toplumu tercih edecekler içinse, ikinci gerekçemi sunayım:

Herhangi bir kesimin, kendisini rencide eden realiteler karşısında devlet otoritesine sığınmasının kaçınılmaz sonucu, kültürel olarak pasifleşmesi, entelektüel olarak da çocuksulaşmasıdır.

Buna karşılık, eğer devlete yaslanmak yerine eşit şartlarda rekabete girişirseniz, düşünmeye, tartışmaya, cevap vermeye ve üretmeye başlarsınız.

Mesela, belki kalkar, Muhteşem Yüzyıl’dan çok daha kaliteli, çok daha başarılı bir Osmanlı dizisi çekersiniz. Muhafazakâr tasavvura uygun bir dizi.

Öyle ya, onca “İslami sermaye”, bunca muhafazakâr kanal ne güne duruyor?