Aynı başlığı Schuster için de atmıştım. Guti giderken de benzer şeyler yazdım. Pascal’ın gönderiliş biçimiyse hala bir yara gibi durur içimde. Özetle, benim derdim yalnızca Q7’yle değil. “Problem Çocuk” kadar, “Yıldız” tanımını da hak eden ya da sıradışı yanları olan, futbol düzenine isyankar bir esinti katan bütün adlarla.
Q7 için de elimden geleni yaptım. Sadece bu sezon değil, neredeyse geldiği günden beri. Yeni yönetimi yapıcı eleştirilerle uyarmaya çalıştım. Boşa çaba olduğunu biliyordum, ama en azından içim rahat. Bunları yaparken ne Quaresmasporlu’ydum, ne de “yönetimi yıpratmak isteyen çevreler”le bir ilişkim vardı. Şunu da ekleyeyim, bir Beşiktaş başkanının taraftarın bir bölümünü hedefleyerek “Quaresmasporlu” diye bir tanım kullanması son derece yanlıştır.
Futbolu bu kadar yaygın kılan, hatta moda terimlerle bir “endüstri” haline getiren, ona “marka değeri” katan taraftardır, başkası değil. Taraftar tribünden, ekran başından çekilirse hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Türkiye’de kulüp yöneticilerinin bir türlü anlayamadığı şey bu. Taraftarı “yönetilecek bir kitle” gibi görme yanlışını ekleyelim bir de buna.
Bakış böyle olunca, taraftarın içindeki Q7 sevgisini anlamak da güçleşir elbet. Bu muhabbetin taraftarın zihninde, gönlünde neye karşılık geldiği bir türlü anlaşılmaz. Halbuki Forza’daki Q7 nöbetinde bir 5-10 dk geçirmek bile yeterdi buna. Yazık ki futbolun gerçek emekçisi taraftardır, o yüzden de sesine en az kulak verilendir.
Q7 konusunda bugüne kadar yazdıklarımı tekrarlamayacağım. Taktik anlamda da çok şey yazdım. Aslında biz Schuster’i gönderdiğimiz gün yitirdik Q7’yi. “Uzun vade” falan diye başlayıp herşeyi çöpe attığımız gün. Ya Aybaba? Bence Aybaba’nın oynatmaya çalıştığı futbolda kesinkes yeri vardı Q7’nin. Yönetimin pederşahi bir burun sürtme taktiği olan kadro dışı kararı ne kadar anlamsızsa, Aybaba’nın tavrı da o kadar anlaşılmaz gelmişti bana. Bugün de öyle düşünüyorum. Neyse, artık bana düşen Q7’ye buruk bir veda.
Bir futbol değerini daha öğüttük elbirliğiyle.