Mustafa Balbay

Mustafa Balbay tutuklandığında, şu naçiz satırları yazmıştım; rezervlerimi de ekleyerek. (13 Mart 2009)

Buyrun:

Balbay, her şeye rağmen, bir gazetecidir.

Fikrine katılırsınız, katılmazsınız... Elinde kaleminden başka bir silah, bir tamamlayıcı “aparat” bulunmamaktadır.

Birtakım şaibeli yerlerde, birtakım şaibeli kişilerle görüşmüş...

Evinde birtakım gizli belgeler bulunmuş...

Bazı derin mahfillerle uygunsuz münasebetler kurmuş...

Bazı darbe heveslilerine servis yapmış...

Bilmiyoruz.

İddianame ortaya çıkmadan, yargı kesin hükmünü vermeden bu konuda bir yorumda bulunamayız.

Dilerim suçsuzdur.

Dilerim aklanır çıkar ve bir an önce işinin başına döner.

Reha Muhtar dostumuzun da belirttiği gibi, “bu, işin adalet tarafı”; bekleyelim, görelim.

Biz şimdilik işin “insanlık ve vefa tarafı”yla ilgiliyiz.

Mehmet Barlas’ı (Mustafa Balbay’la dayanışma toplantısına katılmıştı) sergilediği yüksek insanlık duygusu ve gösterdiği vefadan dolayı kutluyorum.

Bugüne kadar izlediğim en güzel “mensuplar dayanışması görüntüsü”ydü.

Lafın tam da burasında, bir Ertuğrul Özkök“ama”sı gerekiyor...

Güzeldi, ama...

Şu “mensuplar” da kendilerine biraz çeki düzen versin...

İmar izni peşine düşmesin, “gazetecilik” yapsın...

Darbelere, muhtıralara, andıçlara bel bağlamaktan vazgeçsin...

Karargah çıktılarını “emir” telakki etmesin...

Karargahta pişen haberleri süsleyip püsleyip manşetlere taşımasın...

Sadece kendilerine benzeyenlerin değil, “öteki mahalledekiler”in de hukukunu gözetsin.

Birtakım şaibeli yerlerde, birtakım şaibeli kişilerle görüşmeyi ve onlar tarafından manipüle edilmeyi “gazetecilik başarısı” saymasın.

Devlet adına devletçilik, hükümet adına hükümetçilik, asker adına askercilik, darbeci adına darbecilik oynamasın.

Birazcık sivil olsun.

Birazcık demokrat olsun.

Bu durumda “hepimiz Mustafa Balbay’ız” da, Mustafa Balbay’ın kendisi ne kadar ‘Mustafa Balbay’, zahmet olmazsa, birazcık da bu konu üzerinde düşünsün...

Pişkinlik

Pişkin pişkin sırıtıp, “Ahmet Kekeç bugünkü yazısıyla beni onurlandırmış” diye ironi yapacağına, şunu diyecektin: “Ahmet Kekeç bugünkü yazısıyla terbiyesizliğimi yüzüme vurmuş.”

Neden “cambaz” nitelemesini kullandığını bilemediğim Ertuğrul Özkök, bir yazısında, Ahmed Haşim’den mülhem ve “lakap takma alışkanlığına” gönderme yaparak, “Gelin bu şerefsiz mirası mahallemizden kovalım” diyordu.

Herhalde “canını yakanlardan” şekvacıydı.

Üstelik, bu şerefsiz mirasın sürdürücülerine imkan tanımış, Hürriyet’in kapılarını onlara açmış bir genel yayın yönetmeni olarak tanınıyordu o sıra.

Mesela, bu satırların yazarı için, “kuş beyinli; geri zekâlı; ahmak; züppe; snob; yok öyle; kalın kafalı; herkese lo lo, bize de mi lo lo?” nitelemelerini kullanan ve bazı lakapları tekrarlayan Özdemir İnce’yi kendi elleriyle konuşlandırmıştı Hürriyet’in en şerefli köşesine.

Bugün hakkındaki “cambaz” nitelemesine bakıp, “Yaptıklarının cezasını çekiyor” diyebilir miyiz?

Demeli miyim?

Sağlıklı, ahlaklı, vicdanlı bir kafa böyle şeylere tamah eder mi?

Hem, nedir bu “cambaz” yakıştırması Hakan efendi?

İsmi yok mu bu adamın?

Mandela konusundaki tutumuna (“Çirkin Afrikalı” manşetine) bir itirazın varsa, bunu yazarsın. Yoksa, edebini takınır, susarsın...

İtiraz edenleri “yandaş” diye karalamak da ne oluyor?

Ne kazandırdı sana bu “yaftalandırma?”

Kamuoyu önünde daha mı haklı kıldı söylediklerini?

Daha mı ahlaklı bir adam oldun?

Ne oldu?

Ben de kalkıp, başlıktan mülhem “pişkin” desem ve hangi antidemokratik tutumlara yandaş olduğunu sıralayıp, o anki duruma uygun bir lakap üretsem, hoşuna gider mi?