Mustafa Kemal’in değil, Merkel’in askerlerisiniz

Diskur şu: “Bu dincilerin yakın tarih merakı da nerden depreşti. Yakın tarihi araştırıyoruz bahanesiyle cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı yapıyorlar. Maksat, cumhuriyeti yıkmak değilse, ne?”

Maksat cumhuriyeti yıkmak değil elbette ama siz de şu yakın tarihi doğru dürüst öğretseydiniz birader.

Bu diskur, “Kemalist” kimliğiyle temayüz etmiş bir gazeteci tarafından yeniden dolaşıma sürüldü... Hani, bir yayın organı, “olmasaydın da olurduk” diye bir ilan vermişti ya... Güya o “zihniyetle” (!) ödeşecek...

Şahsen, Atatürk üzerinden yürütülen bir siyasal tartışmayı anlamlı bulmuyorum. Yararlı da bulmuyorum... Bunu “kâr-zarar” penceresinden bakmamız gereken bir mesele olarak da görmüyorum. Sadece gereksiz bir tartışma...

Bir sermaye grubu “Olmasaydın, olmazdık” diye bir ilan vermiş... Karşıt görüşten bir yayın organı da, o ilana atıf yaparak, “Olmasaydın da, olurduk” diye tepki göstermiş.

Hepsi bu...

Bu esprili ve “tolere edilebilir” restleşmeye dayanarak yeni bir tartışma açmamız gerekmiyor. CHP’nin yaptığı gibi, “Atamıza hakaret edildi, savcılar göreve” diyerek mahkemeye koşmamız da gerekmiyor.

Mustafa Kemal’i ve yakın tarihimizi tartışacaksak, doğru dürüst tartışalım. Belki efkârın müsademesinden “hakikatin kıvılcımları” doğar... Belli mi olur?

Peki, nerden depreşti bu yakın tarih merakı?

Bu diskuru dolaşıma süren arkadaşımız da bir yakın tarih araştırmacısı...

Bugüne kadar neyi araştırdığını bilmiyorum ama bir vakitler “Giresunlu Topal Osman Ağa’yı Birinci Meclis’te bulunan şeriatçı mebuslar astırdı” diyerek, cümle araştırmacı efradını kendisine güldürmüştü.

Kafası okul sıralarında Emin Oktay ve Niyazi Akşit imzalı sevimsiz kitaplarla iğdiş edilmiş saf çoğunluk ne demek istediğimi anlayacaktır.

Bu merak bir “ödeşmek”, bir “hesaplaşmak” amacı taşımıyor.

Kaldı ki, fazla merakın cennet vatanımızda nelere yol açabileceğini bilecek yaşta, çağda, hatta zekâdayız çok şükür.

Bu merak, nasıl derler, hoş bir merak.

Bir dürtü...

Bir tecessüs...

Gelgelelim, “Türkiye Cumhuriyeti” gerçekliğini öne alan her türlü düşünce, eleştiri ve çözümleme “kabahat” sayıldığı için, bu “merak”ın tetiklediği tartışma da hayırlara vesile olamıyor.

Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi şeraitte kurulduğunu; cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, rejimin kemale erdiği 1950 yılına kadar “çok partili sistem” denemelerinin neden başarısızlıkla sonuçlandığını araştıramaz, yazamaz, tartışamazsınız.

Birinci Meclis’e yönelik “fenalıkları”, Ali Şükrü Bey’in nasıl bir tertiple devre dışı bırakıldığını, “İzmir Suikasti” ve “Menemen provokasyonu”yla aslında neyin amaçlandığını sorgulayamazsınız.

Tabular sadece bunlarla mı sınırlı?

Bizzat Mustafa Kemal eliyle kavramsallaştırılmış “ulusal savunma” fikriyatına sahip çıkmak, Türkiye’nin girdiği uluslararası ittifakları, yine Mustafa Kemal nokta-i nazarından bakarak sorgulamak da suçtur...

Mustafa Kemal’e göre, “yabancı el”in işin içinde olduğu bir “ulusal savunma” düşünülemez. Osmanlı generallerinin Alman ordusuyla imzaladığı askeri işbirliği anlaşmalarının Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getireceğini daha o zamandan kestirmiş, bu nedenle Birinci Dünya Savaşı boyunca İttihat ve Terakki hükümetinin başımıza sardırdığı Alman Genelkurmayı ve generalleriyle boğuşup durmuştur.

Bugün “ulusal savunma sanayimizi kuruyoruz” deyin de, başınıza neler geliyor, görün.

Hemen karşınıza bir listeyle çıkacaklardır: “Köprü yapma, havaalanı açma, enerji üretme, Kanal İstanbul projesinden vazgeç...”

Bunu da, “Mustafa Kemal’in askerleri” olduğunu söyleyen “devrimciler” eliyle gerçekleştireceklerdir.

Keşke “çapulcuyuz” diye pankart açanlar da biraz “merak sahibi” olsalar da, gerçekte kimin askerleri olduklarını görebilseler.