Müzakere masasında ‘Halkın kesin barış arzusu’ olmadıkça

İrlan’da barış sürecinde arabulucu, yani ‘üçüncü taraf’ olan Bill Clinton geçenlerde Talk Showcu David Letterman’a verdiği söyleşide (Hıncal Uluç iyi bir iş yaptı ve bu söyleşinin tam metnini köşesine aldı ) barış ve müzakere süreçleri için şu önemli tespiti yaptı:

‘Yerel insanlar şiddetin, kan dökülmesinin sona ermesini istediklerini, ortak bir gelecek düşündüklerini, barışı istediklerini söylemeseler Katolikler ve Protestanlar,  (İrlanda’da)   karşılıklı ödünler vermezler ve hiçbir şey olmazdı. Masaya oturanların elinde, ‘halkın kesin barış arzusu’ olmazsa, uzlaşmak zordur.’

Bill Clinton’ın tespiti son derece önemli olmakla beraber, barış süreçleriyle alakalı  başka hakikatleri de akla getirmiyor değil. Halkın kesin barış arzusu, bazen siyasi çıkarların gölgesinde kalır. Bu barış arzusunun ete kemiğe bürünmesi engellenir. Türkiye’de  otuz yıl engellendiği gibi. Engelleme çabaları öyle ustalıklı bir biçimde ortaya konur ki, gerçek barış savunucuları toplumdan dışlanır ve hatta ‘ ulusun çıkarlarına’ ihanet edip düşmanla işbirliği yapmakla suçlanırken, savaş yanlılarının kendi aralarında geliştirdiği siyasi ve fikri dayanışma, her türlü barış ihtimallerinin boşa çıkmasına yol açar.

Türkiye bu zorluğu yaşamış ve bu zorluklardan geçmiş bir ülke olarak,  nihayet bunca acı ve gözyaşından sonra, bugün barışını arıyor.

21 Mart’ta Öcalan’ın mektubu Diyarbakır’da okunduğu zaman, bindiği ekspresi yolda kalmış olanlardan tutun da, ulusalcısından, savaş rantçılarına varıncaya kadar savaş cephesinde yer alanların içine girdikleri garip halleri hatırlayalım.

Hakkari’ye, Diyarbakır’a kalkan ilk uçağa bilet kesitler. Bir gün sonra da köşelerinde, Kürt halkının böyle bir barışı istemediğini yazdılar. Bu barış Kürt halkına uymaz dediler. Bu fikirleri hala süsleyip süsleyip işlemeye devam ediyorlar.

Ama nafile, süreç inişli çıkışlı da olsa kendi mecrasında yürüyor.

Clinton’ın müzakere ve nihai bir barış için öngördüğü şartın, yani halkın kesin barış arzusunun,  her şeye rağmen Türkiye’nin barış iklimine egemen olduğu ortada..

Ama bu arzunun tek başına barışı inşa etmeye yetmediğini de görüyoruz.

Gerçek bir barışı, bir zamanlar savaşı sürdürmüş olan tarafların da istemesi ve artık her ne gerekçeyle olursa olsun, savaşa dönülemeyeceğine inanmaları gerekir.

Tersi bir durum sürecin istismar edilmesine ve barış düşmanlarının ekmeğine yağ sürülmesine yol açar.

Diyelim ki, PKK silahsızlanmaya razı olmuşken, devlet inkar politikalarında ısrar  eder, silah bırakmaya hazır militanlara cezaevinin yolunu gösterirse, bu konuda kesin bir güvensizlik söz konusuysa, veya tersi devlet, 1990’lı yılların inkar politikalarını terk edip, Kürt sorununun bir güvenlik sorunu değil, bir demokrasi sorunu olduğunu anlamış ve buna ilişkin bir takım önemli reformları hayata geçirmeye devam ederken, PKK silahlı mücadelenin ve şiddetin hala bir imkan olarak kullanabileceğini düşünüyorsa, savaşı ebediyen sona erdirecek bir müzakere sürecinin başlaması mümkün olmaz.

Bizimle müzakere edilmezse ateşkes sona erebilir ve süreç biter deniliyordu. Şimdi bu söyleme başka bir söylem daha eklendi: Müzakere edin, yoksa özerklik ilan ederiz.

Bu iki  söylem, eğer talepler  müzakere masasında kabul edilmezse, savaşa tekrar dönülebileceğinin işareti olarak anlaşılmaya çok müsait.

Bu durumda son zamanlarda sözü edilen ‘üçüncü taraf’a çağrı yapmak da çok anlamlı değil. Çatışan taraflardan birinin, silahlı mücadeleye olan inancını kaybetmediği bir siyasi müzakereye ‘üçüncü tarafı’ davet etmenin bir yararı olmaz ve dünyada aklı başında hiçbir ‘üçüncü taraf’ ( siyasi aktör, insan hakları savunucusu, dini lider veya kurum)  böyle bir davete icabet etmez. Etse de faydası olmaz.

Türkiye şartlarında hakikaten barış müzakerelerinin olması isteniyorsa, 21 Mart’ta okunan Öcalan’ın mektubunda ifade edildiği gibi, silahlı mücadelenin miadının dolduğuna öyle şaka maka değil, gerçekten inanmak ve Kürtlerle ne bu hükümetin ne de gelecekte başka bir hükümetin ‘özel statü’ şartlarını müzakere edeceğine dair gerçekçi olmayan beklentiler üzerinden siyaset yapıp,  artık oyalanmamak gerekiyor.

Peki, o halde müzakere edilecek konular nedir diye sorulabilir. O kadar çok ki!. Perşembeye bu konuya devam edelim.