Nasibimiz kalktıysa, Tuğrul Baba ne yapsın

Üstelik itikaf günlerine girmişken, üstelik Doğu Türkistan’dan Arakan’a, Suriye’den Mısır’a kadar oluk oluk Müslüman kanı akarken... Biz kalkmış “hamile kadın” tartışmalarına saplanmışız. Tuğrul İnançer Bey, bir iftar vaktinde bugünkü toplumsal hayatımızın modern, hoyrat ve ifşaya dayalı tarzını tenkit ederken oldu her şey. Kadınların rutin halleri ve hamilelik gibi konuların uluorta konuşulup adeta pornografik bir dille sergilenmesine itiraz etti ya... Düne kadar anneliği gericilik sayanlar, diren hamile çığlığı atmaya başladı. Hele Mümtazer Türköne’nin uygunsuz itaflarla yazdığı yazı hepimizi derinden yaraladı. Herşeyi bilen gazeteciler, sosyologlar Hocaefendiye dersler vermeye başladı. AK Partili siyasetçiler telaşlandı.

Tuğrul İnançer, kendi geçmişindeki izlerden bahsederek mahcubiyetin ve mahremiyetin hüküm sürdüğü “eski Ramazan”ları anlatıyordu oysa. İkincisi o; Tuğrul Baba’dır, yani Tasavvuf erbabına has hassasiyetlerle konuşur.    

Tuğrul Beyin mahremiyet ve mahcubiyet vurgusu, tasavvufi olduğu kadar şehirlidir de. Mesela yetiştiğimiz büyükanne ve büyükbabalarımız da Tuğrul Bey’e has hususi mahremiyet ve mahcubiyet kurallarıyla yaşardı İstanbul’da. “Bebek beklemek” derlerdi büyüklerimiz, “çocuk taşıyor” derlerdi. Taşımak ve beklemek günümüzün kompetanlarınca hızlandırılmış kent yaşamında neredeyse defterden attığımız kelimeler. Çocukluğumuzun İstanbul’unda, bebek bekleyen, aş eren, loğusa olan, süt emziren kadınlara saygı duyulur, itina edilir, iş yükleri hafifletilir, dışarı ve sokak zaruretleri elden geldiğince azaltılır, varsa toplumsal mesuliyetleri affedilirdi. Bu bir jest olarak sessizce yerine getirilir, yoksa o kadının hayattan silinmesi, koparılması, yok farzedilmesi anlamlarına da gelmezdi. İstanbul, şehir olmaktan çıkıp kent olalı çok oluyor. Büyükannelerimizin geline, toruna nazar/göz değmesin diye telaşlandığı günler de bitti. Annelerimizin çalışma hayatına aktif olarak girişi, bizlerin kariyer planlamasında çocuk sahibi olmayı çoğu kez engelli koşu gibi algılayışımız, henüz hamileliği olmasa da çocuk taşımayı, büyütmeyi mümkün mertebe erkek nesliyle paylaşma çabalarımız bambaşka vadilere taşıdı bizi.

İş sadece değişen sosyolojiyle ilgili de değil. Çünkü zaman ne kadar modernleşirse modernleşsin, tasavvuf evini korumaya özenlidir. Modernizmin kopuntular ve karşıtlıklara yaptığı vurgunun aksine tasavvuf; devamlılık, benzeşim gibi ritimler üzerinden işler. Sözgelimi Medine’de kaşlarını da, saç, bıyık ve sakallarıyla birlikte traş eden İspanyol Batınilerine rastlayabilirsiniz, bu bir Gırnata adetidir ve kadınlara cazip gelmemek için 1200’lerde kendini cıscıbıldak etmiş Pirin adetini 2000’lerde bile sürdürürler. Veya Tunus’ta, Kerbela gününe hürmeten hayat boyu su içmemeye yemin etmiş, çay ve şerbetle idare eden bazı Şazeli bedevilere rastlarsınız. Veya Zeytinburnu’nda yaşardı Sultanbaba namlı zat Kadiriydi, yıl orucu tutar, dört günde bir hatim indirir, balık yememeye söz verdiği için “siz yiyin için helaldir, ama bizim sözümüz var, biz yiyemeyiz” derdi... Bu gibi haller, dıştan bakıldığında akla pek yatkın gelmeyebilir, hatta bugün pek çok fıkıhçı, bidat der bunlara. Tasavvufu genel şeriat söyleminden daha özel, ince bir yol haline getiren de zaten bu haldir. Şeriat, kulun uyması gereken ana caddeyken, tarikat, ancak müntesiplerinin, gönüllülerinin binbir emek ve sınavla şayet tenezzül görürlerse dahil olabilecekleri bir terbiye, adap, sabır yoludur...

Laf bize düşmez ama o, günümüz Müslümanlarının defterden sildiği mahcubiyet ve mahremiyet hassasiyetleriyle sesleniyor, kadını ikinci sınıf görmeklikten değil.

Ne olur bundan sonra? Tasavvuf erbabı konuşma, görünme meraklısı değildir zaten. Çıkmaz, konuşmaz, görünmez, kaçınır, kaybolur, sırra kadem basar. Geriye hoyrat, nasipsiz, sırsız şeyler yığını kalır. Herkes nasibi kadar işitir vesselam!