NAZİFE ŞİŞMAN: 31 Ekim’de Meclis hepimizi ‘biz’ yaptı



Şişman: Geniş manada “Biz”in temsilcisi olan her partiden kadınlar, demokratik bir hak ve özgürlük olarak başını örten vekillerin arkasında durdular. Meselenin sadece bir grubun veya başörtülü kadınların meselesi olmadığını gösterdiler.


Türkiye, başörtüsü önündeki yasakların kalkmasıyla nihayet bir utançtan kurtuldu ve rahat bir nefes aldı ancak tartışmaların yanlış bir mecrada yürümüş ve yürüyor olmasının sıkıntıları ortadan kalkmış değil. Hem Türkiye’de hem genelde Müslüman dindar kadın imajının nasıl oluştuğunu ve neye yaradığını bilmeden meseleyi tam olarak anlayamayız. Bu nedenle, yıllardır kadın kimliği, feminist teori-pratiği, beden siyasetleri üzerine çalışan ve meseleyi iyi bilen Nazife Şişman ile konuştuk. Boğaziçi Üniversitesi’nin başörtülü ilk öğrencisi olan Şişman’ın çevirilerinin yanı sıra “Global Konferanslarda Kadın Politikaları”, “Anlatılmamış Öyküler”, “Kamusal Alanda Başörtülüler”, “Emanet’ten ‘Mülk’e: Kadın Beden Siyaset” ve “Küreselleşmenin Pençesi İslam’ın Peçesi” adında kitapları bulunuyor. Son kitabı ise “Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında” adını taşıyor. Oluşan yeni dünyada beden teknolojileri sayesinde yeni bir insanın vücut bulmakta olduğuna, bu yeni insan ile insanlığın değişen kaderine ve ontolojik bağına dikkat çeken Nazife Şişman ile süt bankası, nakil rahim gibi gelişmeler üzerinden Türkiye’nin de gündemine giren mevzuları da konuşma imkânımız oldu.


Türkiye’de başörtüsü sorunu uzun yıllar yaşandı. Kamusal alandan dışlandı başörtülüler, eğitim, çalışma, seçilme hakları gasp edildi. Simdi bu alanlarda nihayet bir serbestiyet sağlandı. Peki, “sorun” çözüldü mü sizce?


“Sorun”u ne olarak tanımladığınıza bağlı olarak değişir cevap. Ben meseleyi daha geniş kapsamlı bir değişim dönüşüm ve müzakere sürecinin bir parçası olarak görüyorum. Böyle bir soruya evet ya da hayır diye cevap veremem. Evet, belli ölçüde bir normalleşme yaşanıyor Türkiye’de. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kurucu refleksler bir kenara bırakılıyor, kıyafet sembolizmi açısından. Ama bu her şey halloldu anlamına gelmez.Toplumsalın mantığına ters böyle bir beklenti zaten.


BAŞÖRTÜSÜ SADECE BAŞÖRTÜSÜ DEĞİLDİR


“Başörtüsü sadece başörtüsü değildir” diyorsunuz “Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı” adlı kitabımızda. Ne demektir bu?


Hala aynı şeyi söylüyorum. Modernleşme sürecimize içkin ezeli sorunlarımızı başörtüsü üzerinden tartışıyoruz. Türk ulusal kimliğinin bütün problemli alanlarını, küreselleşmenin beraberinde getirdiği kültür/kimlik çatışmalarını, din ve laiklik arasındaki ilişkiyi, demokratik vatandaşlığı, özgürlüğü, AB’ye girişi, sınıfsal çatışmaları, devlet kurumları arasındaki ilişkiyi, postmodern dönemin hayat tarzı farklılaşmalarını... Esasında başörtüsü üzerinden bütün bunları tartışıyoruz. O yüzden yasağın bitmesiyle tartışmaların bitmesini beklemiyorum ben. “Avrupa’da yasak yok” diyoruz, ama tartışmalar orada da devam ediyor. Çünkü onlar da göçmen ve yabancı problemini, çok kültürlülüğü, cumhuriyetçi eşitlikle demokratik anayasal vatandaşlık arasındaki gerilimi hep Müslüman kadınların örtüsü gibi semboller üzerinden tartışıyor.


SADECE KADINLAR MI KONUŞSUN?


Başörtüsü hep tartışılıyor ama kimin tartışacağı bahsi de ayrıca tartışma konusu. Başörtüsünü sadece kadınlar mı konuşsun?


Başörtüsünü kadınlar takıyor, erkekler ise bunun üzerinden siyaset yapıyor. Elbette kendi kimliklerini kadınların başörtüleri üzerine bekçi olmak üzerinden kuran ve bunu siyasi kariyerleri için kullanan erkekleri eleştirme hakkımız baki. Hatta şunu söyleyebilirim rahatlıkla. Fanatik başörtüsü düşmanı ile fanatik başörtüsü taraftarı arasındaki fark, bir fotoğrafın negatifi ile pozitifi arasındaki fark kadar. Ama bu konuda erkekler konuşmasın demek doğru değil. Nitekim Mecliste benzer cümleler telaffuz edildi. Başörtüsü toplumsal, siyasal bir meseleyse bu konunun konuşulmasını bir tek cinse tahsis edemeyiz. Bu çok cinsiyetçi bir yaklaşım olur. Başörtüsü sadece başını örten bir grup kadının sorunu değil. Dini bir ibadet olması sebebiyle Müslüman erkekleri de ilgilendirir. Bir hak ve adalet talebi olması sebebiyle de adaletten yana olan kadın-erkek herkesi. O yüzden bu alan sadece kadın kadına konuşulacak bir alan olarak görülmemeli. Hele bir kadın sorunu olarak hiç görülmemeli.


“CİDDİYETSİZ CAHİLLER”


Peki, neden bu “küçük bez parçası” diye tanımlanan giysi bu denli yoğun bir tartışmanın konusu?


Dini açıdan bakıldığında, İslam’ın şartları içinde de imanın şartları içinde de yer almayan ve füruattan kabul edilen dini bir uygulama. Ama bugün hem Türkiye’deki yasaklar, hem de tüm dünyadaki kamusal alanda dinin izharı ve çokkültürlülük tartışmaları başörtüsü üzerinden yapılıyor. Çünkü başörtüsü görünür bir dini uygulama. Oruç tuttuğunuzu kimseye belli etmeden tutabilirsiniz. Ama başınızı kamusal alanın dışında, Türkiye’de bazı ciddiyetsiz cahillerin savunduğu gibi evlerinizde örtmeniz gibi bir durum söz konusu değil. Bu nedenle seküler liberal kamusallık içinde dinin izharının nasıl olacağı konusu, en görünür sembol olan başörtüsü üzerinden tartışılıyor. Bizatihi başörtmenin dini açıdan merkezi bir öneme sahip olduğu için ya da siyasi-tarihi-kültürel derinliğe sahip olduğu için değil.


TÜRBAN TARİHSİZLİĞE MAHKÛM EDİYOR


Çok uzun zamanbaşörtüsü/türban şeklindeki farklılaştırma damgasını vurdu Türkiye’deki tartışmalara. Neden böyle bir ayrım var sizce?


Başörtmeyi sadece konjonktürel bir kimlik meselesine indirger bu ayrım. Türban, kadınların başını örtme pratiğinin yeniliğine, nevzuhurluğuna vurgu yapıyor. Biliyorsunuz yasak taraftarları “bunlar babaanneleri gibi başlarını örtmüyor farklı örtüyor, o halde siyasal bir kimlik göstergesi bu” şeklinde bir takım genellemeler yaparlar. Yasağın kalkması gerektiğini savunan bazı liberaller de bu yeni örtünmen vurgusu üzerinden yol alırlar. “Bunlar geleneksel, geri örtülüler gibi değiller. Görmüyor musunuz ne kadar modernler? Korkacak bir şey yok” şeklinde bir düşünce silsilesine yer verirler argümanlarında. Yani her iki taraf ta nevzuhurluk üzerinden yol almaya çalışır. İşte türban böyle bir nevzuhurluk ve kopuşu barındıran bir kavramlaştırma.


Türban bir kopuşu vurguluyorsa, böyle bir kopuş vurgusu neye yol açıyor?


Böylece de başını örten kadınları tarihsizliğe mahkum ediyor. Ilımlı İslam, yükselen İslam gibi bir takım konjonktürel gelişmelere sıkıştırılmasına da yol açıyor. Halbuki Müslüman kadınlar yüzyıllardır başlarını örtüyorlar. Hatta bir kaç yüz yıl öncesine kadar Avrupa’da da kadınlar başlarını örtüyorlardı. Müslüman erkeklerin başlarının örtüsü de modernleşme sürecinin ilk dönemlerinde tartışılmıştır. Fes, sarık, şapka... “hem Batılılaşalım, hem Müslüman kalalım” şeklinde özetleyebileceğimiz modernleşme sürecimizin ilk dönemlerinde tartışılmıştır. Fakat bugün tartışılan sadece kadınların başının örtüsü.


BAŞÖRTÜSÜ PEDOGOJİK KİŞİSEL BİR ARAÇ


Peki, böyle bir tahsis, yani sadece bir gruba hasretme hali nasıl meydana geldi?


Bu süreci son bir kaç yüzyılın sosyal ve siyasal tarihini dikkate almadan anlayamayız. Bu yakın tarihe baktığımızda Avrupa’daki reform ve sekülerleşme sürecini, doğu-batı arasındaki hegemonik ilişkiyi ‘bilimsel’ bir ifadeye kavuşturan oryantalist külliyatı ve İslam toplumlarının modernleşme sürecini, Türkiye modernleşmesinde kadınların medeniyetin simgesi haline gelişini... Yani pek çok şeyi dikkate alan bir analiz yapmamız gerekir.


O zaman şunu sorayım:Başörtüsü dini bir sembol müdür, bir kimlik midir?


Başörtme dini bir uygulama, yani Müslüman kadınlar Allah’ın emri olduğu için başlarını örtüyorlar. Dışa doğru bir siyasal mesaj verme gayesiyle değil. Elbette her dini uygulamanın toplumsal ve siyasal yansımaları ve tezahürleri olur. Ama salt siyasal ve toplumsal bir alana hapsedilerek değerlendirilmesi ciddi bir algı çarpıklığına neden oluyor.


Şöyle söyleyebiliriz kısaca. İslam’da da bedensel pratikler, dışa doğru bir iddia değil, içe doğru bir ikna ve eğitim sürecinin göstergesi. Mesela namazın kötü olan şeylerden uzaklaştıracağını bildiren bir ayet var Kur’an’da. Bu, namaz kılan kimselerin kılmayanları kötülükle itham edeceği şeklinde yorumlanamaz tabi. Namaz kılan herkesin yüzde yüz iyi olduğu anlamına da gelmez. Beklenen şudur aslında: kişi namaz kılmayı disiplinli bir şekilde sürdürürse, bu ibadet onun kişiliğini de olumlu yönde etkileyecektir. Her zaman huşu ve ihlas içinde kılamasa bile. Yunus’un “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” derken kastettiği de budur. Namaz kılmak insanın karakter yapısında olumlu bir değişime yol açmalıdır.


Örtünme için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Müslüman bir kadın, bir kimliği vurgulamak için örtünmez. Bu uygulamayla kazanmaya çalıştığı bir takım nitelikler vardır. Hayâlı ve iffetli bir benliğe sahip olmak için yeterli değil, ama zorunlu bir şarttır örtünmek. Örtü bir kabuk olarak da görülebilir; özün gelişmesi için gerekli olan koruyucu bir kabuk. Bu anlamda örtü, belli bir türde kişi olmak ve bunu oluşturmak için sadece bir araçtır. Dışta, yani davranışlarda ortaya konan pratiklerle, içte belirli bir takım duyguları, düşünceleri oluşturmak için disipline edici pedagojik bir araç.


BU MESELE HEPİMİZİN


Türkiye’de başörtülülere sorun çıkaranlar açısından, onların algılarını ve davranışlarını belirleyen nedir?


Batı medeniyeti karşısında kendimizi yenik hissettiğimiz andan itibaren Batılıların bizi nasıl gördüğü sorusu hep önemli oldu. Kadınların örtünmesi de ulaşılmak istenen “uygar profil”i bozan, bize yenilmişliğimizi, Osmanlı-İslam geçmişimizi hatırlatan bir görüntüydü. Bu nedenle ilerici-aydınlarımız Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kamusal alanda yasaklayarak ya da eğitip vazgeçirerek bertaraf etmeye çalışmıştır bu “geri” profili.


Yasaklar kalktı ama algılar nasıl değişir? Bunu atlatmak için hep birlikte ne yapmak gerekir?


Türkiye’de başörtüsü meselesi, sadece başını örtenlerin değil, herkesin meselesi. Ama bunu mesele edinirken sahip olunması gereken özellik, taraftar veya karşıt olmaktan ziyade öncelikle ciddiyet sahibi olmak.


Ciddiyet sahibi olmaktan kastınız ne?


Ciddiyet sahibi olunmalı çünkü bu mesele sadece başını örten bir grup kadının meselesi değil. Laiklik, modernleşme, kimlik politikaları gibi ulusal ve küresel pek çok sorun alanının iç içe geçtiği bir konu olması hasebiyle en geniş manada “Biz”im meselemiz. Geçen yüzyılın başlarında medeni/gayrı medeni, ileri/geri karşıtlıklarıyla ifade edilmeye başlanmıştı. Bu yüzyılda laik/şeriatçı, başörtülü kadınlar/başörtüsünü siyaseten kullanan erkekler, AKP/diğer partiler ikili karşıtlıklarıyla ele alınmaya devam etti. Halbuki kadınların örtünmesi meselesi, ne sadece kadınların, ne sadece dindarların meselesi.


31 EKİM MECLİSİ HEPİMİZİ BİZ YAPTI


31 Ekim günü Meclis’ini bunun ilk pratiği olarak görebilir miyiz?


31 Ekim’de, meselenin bir partinin, bir grubun ve en önemlisi de sadece başörtülü kadınların meselesi olmadığını gösteren böyle bir tavra şahit olduk evet. Geniş manadaki “Biz”in temsilcisi olan TBMM’de her partiden söz alan kadınlar, demokratik hak ve özgürlük olarak başını örten vekillerin arkasında durdular. AKP’nin meseleyi oya tahvil etme çabası ya da CHP’nin tabanındaki ulusalcılar mesaj verme kaygısı şeklinde suçlamalar dile getirilse de belli bir mutabakat ve normalleşme süreciydi yaşanan. Konuşmalardaki üsttenci, sigaya çeken yaklaşıma rağmen.


ŞAFAK PAVEY DE HOMOJENLEŞTİRDİ


Başörtüsünün Meclis’e girişi değil ama Şafak Pavey’in konuşması bu defa bahsettiğiniz o “biz”i ayrıştıran bir şey oldu sanki. Siz nasıl buldunuz?


Şaşırtıcı değildi, halbuki biz onun şaşırtmasını bekliyorduk. Hakim kalıp yargılar devam etti. Meclisteki bir başörtülü bütün başını örten kadınları temsil ediyormuş/edebilirmiş gibi, homojen bir başörtülü kadınlar sınavına tabi tutuldu başını örten vekiller. O güne kadar yapılan/yapılmayan ne varsa hesabını vermeleri istendi. Başörtülü kadınların homojen bir güruh, biri hepsini temsil eden bir grubun üyeleri olarak gören yaklaşımın bir göstergesi bu. Diğer partiden kadınlar da kadınlık üzerinden bir dayanışma dili geliştirmeye çalıştılar. Ben her ikisinde de problemler görüyorum. Ne kadınlar kadınları temsil eder, ne de başörtülü kadınlar başörtülü kadınları. Ama bu kimlik/mevcudiyet siyasetini eleştiremiyoruz. Belki bugünden itibaren bu temsil meselesini tartışabileceğiz. Çünkü artık meclis bugüne kadar hakim olan kategorik yasaklardan kurtuldu.


ORTALAMA BİR ‘TÜRBANLI’ KADIN YOK


Diğer sorunlar gibi kadın erkek eşitsizliği sorununu da sadece kendilerinin çözeceğini zanneden ve başka herkesi ve her türlü girişimi azımsayan bir bakış acısı var malum. Bu “tek çare benim” yaklaşımının etkisi ne oldu sorunların çözümüne? Aşabildik mi birazcık?


Bu pek aşılabilecek bir bakış açısı gibi görünmüyor henüz. Hiyerarşik ilişki devam ediyor çünkü. Müslüman kadınları homojen bir grup olarak gören ve daha ziyade örtünme ile ilişkilendirilen homojen bir ezilme nosyonu, bizim kadın hakları savunucularımızda da hakim bir yaklaşım. “Ortalama bir türbanlı kadın” olduğunu düşünüyorlar karşılarında. Eğitimsiz, ezilen, kapatılmış, erkek egemenliğinin kurbanı ya da konjonktürel olarak bir partinin piyonu gibi niteliklerle bezenmiş. Ama bu “ortalama türbanlı” imajı şeklindeki temsil, zımnen başka bir temsili daha destekliyor. Laik/modern/şehirli Türk kadınının “modern, kendi cinsellik ve bedeninin kontrolünü elinde tutan, kendi kararlarını veren bir özne” olduğu algısını. Böyle olunca seküler ile “türbanlı” arasındaki ilişki, hiyerarşik bir yapıya oturuyor. Yani modern/özgürleşmiş kadın ile kurtarılması gereken zavallı “türbanlı” arasındaki ilişkiye. Bu kadın hakları konusunda daha da bariz oluyor. Zaten kadınları ezen bir din olan İslam üzerinden kendini tanımlayan bir kadın nasıl olur da haktan bahsedebilir ki!


HANGİ MÜSLÜMAN KADIN?


AB ile TBMM arasında yürüyenParlamentolar Arası Değişim ve Diyalog Projesi kapsamında Paris’te yapılanCinsiyet Eşitliği Sempozyumu’nda "Dünyada en fazla ezilen kadınlar, yani toplumsal cinsiyet eşitliği açısından en dezavantajlı kadınlar, Müslüman kadınlarmış gibi bir temsil, böyle bir imaj var karşımızda” dediniz bir algıdan imajdan bahsederken. Bu “mış” aslında bunun böyle olmadığını mı söylüyor?


Böyle bir iddiam yok. Yani Müslüman kadınların hiç bir problemi yok demiyorum bu ifadeyle. Sadece bu imajın gerçeklikle irtibatlı olmadığını söylüyorum. Zaten “Müslüman kadın” diye sosyolojik bir kategori yok. Hangi Müslüman kadın? Katar şeyhinin eşi mi onun evinde çalışan Filipinli kadın mı? 13. yüzyılda Valensiya’dan Kaşgar’a kadar giden hadis alimi kadın mı, İslam dünyasının ilk yazar kadını Fatma Aliye mi ya da Suadiye plajına elbisesiyle girdi diye fotoğrafı manşete taşınan Hatçe Teyze mi? Hangi Müslüman kadından bahsediyoruz? Bütün bu kadınları “ezilen” imajı altında toplamak mümkün değil. Bu yüzden de bu sadece bir imaj. Yoksa, gerçek hayatta Müslüman olan kadınlar hiç kötü muameleye maruz kalmıyorlar gibi bir iddia, tabii ki makul değil.


Bu algı, bu imaj nasıl oluştu/oluşturuldu peki?


Müslüman kadın imajı, Batı ve İslam dünyası arasındaki siyasal ve hegemonik ilişkinin bir yansımasıdır. Esasında bu imaj, tarih boyunca değişen dönüşen bir fenomendir. Sandığımızın aksine Müslüman kadın, Batılıların gözünde hep sessiz, pasif ve ezilmiş bir kadın değildi. Mesela Fransız şansonlarında güçlü ve sesi çıkan, iri cüsseli bir Müslüman kadın figürüyle karşılaşırız.


AFGANİSTAN İŞGALİ VE BURKA


Hep hâkim olan bir anlayış değil idiyse, Müslüman kadınların ezilmiş olarak temsil edilişi neyle alakalı?


Ezilmiş, ikincilleştirilmiş Müslüman kadının yükselişi, on dokuzuncu yüzyılda İngiliz ve Fransız imparatorluklarının ortaya çıkışı ile paralel bir gelişme. Ve bu imajların, doğrudan doğruya sömürgecilikle ve sömürgeciliğin meşrulaştırılmasıyla alakası var. Cinsellik ve kadınların ezilmesi temaları, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın kimliğinin inşa sürecinde önemli bir işleve sahip. Yurt algısını şekillendiren ben/öteki, biz/onlar, burası/orası gibi ayrımlar bu temalar kullanılarak yapılmış. “Orası” kadınların ezildiği, kapatıldığı bir mekandır şeklindeki anlatı bu gün de büyük ölçüde geçerliliğini koruyor. Ve bu ayrımlar, jeopolitik iktidarın inşasına ve meşruluk kazanmasına hizmet etti/ediyor. Ama bu ayrımların siyasal olduğu unutuluyor. Afganistan’ın kadınların burkadan kurtarılması için işgal edildiği anlatısına bakın. Bu anlatının nasıl da gayrı mütenasip iktidar ilişkilerinin gizli ortamı ve örtülü anlatımı olduğunu göreceksiniz.


Müslüman dünyada kadın sorunu nedir size göre?


Söz konusu imajlardan yola çıkarsak “Müslüman dünyada kadınların sorunu bizatihi Müslüman olmalarıdır” denilebilir. Çünkü bu anlatının temelinde “İslam kadınlar için ezicidir” kalıp yargısı mevcut. Halbuki nasıl Hıristiyan bir kadının hayatını sadece dini belirlemiyorsa, Müslüman bir kadının hayatını da sadece dini belirlemiyor. Sosyal, siyasal, iktisadi ve kültürel pek çok şey etkiliyor bir Müslüman kadının hayatını. O yüzden de bu soruya genel bir cevap verilemez. Genel bir cevap verirsek aynı homojenleştirici yaklaşım tuzağına kapılmış oluruz. “İslam’da kadınların sorunu yoktur” demekle “İslam dünyasında kadınlar eziliyor” demek bu yüzden aynı kapıya çıkar. Müslüman kadınlar coğrafi, ırksal, sınıfsal, ekonomik ve kültürel açıdan farklılık arz ettiği için sorunları da farklıdır. Bütün dünyadaki kadınlar bir kadınlık tanımı altında ne kadar toplanabilirse, Müslüman kadınlar da böyle bir tanım altında ancak o kadar toplanabilir.


FRANSA’DA HER İKİ GÜNDE BİR KADIN ÖLDÜRÜLÜYOR


Benzer bir imaj sorunu Türkiye için de geçerli değil mi?


Türkiye de Müslüman olması hasebiyle bu geçmişten gelen imajlarla malül. Mesela her iki buçuk günde bir kadının kocası tarafından öldürüldüğü Fransa bir imaj sorunu yaşamıyor. Ama Nato genel sekreteri “Türkiye’ye gitmeyin, güvenli değil. Orası kadınların öldürüldüğü bir ülke” diyebiliyor. Bu bir imaj savaşı. İşin ilginç tarafı bu imaj savaşına kendimiz mermi taşımaktan çekinmiyoruz. Gazetelerimiz çarşaf çarşaf bugün de bir kadın erkekler tarafından öldürüldü manşetini atıyor. Böylece şiddetin mekânı olarak kodlanan “ora” imajı pekişmiş oluyor.


Gerek geçmişte hareme kapatılmış, gerekse bugün tesettüre mahkum edilmiş “ezilmiş Müslüman kadın” imajı, bizim algımızın parametrelerini etkilemeye devam ediyor. İster kabul edelim, isterse karşı argümanlar üretmeye çalışalım... Türkiye’de kamusal alandaki başörtüsü yasakları da aynı gerekçelere dayandırıldı yıllardır. Örtünen kadınların birey olmadıkları, erkek hegemonyasının köleleri oldukları şeklindeki yargı, bir kaç hafta önce Mecliste başörtüsünün serbest oluşu esnasında bile yaklaşım olarak varlığını korudu diyebiliriz.


NÜFUSU HER DEVLET ÖNEMSER


Türkiye’de cinsiyet eşitsizliği, aile içi sorunlar, kadına yönelik şiddet, eğitimsizlik gibi sorunlar en çok tartışılan ve hesabı doğrudan geleneksel kültüre kesilen konular. Simdi bir de buna üreme düşüklüğü, buna karsı alınacak tedbirler ve özel hayata müdahale başlıkları eklendi. Doğum oranlarıyla ilgili Başbakanın tavsiyeleri, devlet teşvikleri var evlilik ve bebek sahibi olmayla ilgili. Siz ne düşünüyorsunuz?


Modern devlet nüfusu önemser. Yönetimdekiler ister muhafazakâr olsun, ister liberal. Ve tüm dünyada ölüm ve doğum oranlarının azalması sebebiyle karşılaşılan bir nüfusun yaşlanması problemi var. Başbakanın üç çocukla ilgili tavsiyelerini bu çerçeveye yerleştirirsek, her iktidarın yaptığı şeyi yapıyor, yani nüfusu önemsiyor diyebiliriz. Ama eğer modern devletin özel hayata müdahalesini gerçekten eleştireceksek, daha köklü bir noktadan bakmalıyız. Feministler nüfus planlaması adı altında, zorunlu doğum kontrolleri uygulanırken, özel hayata müdahale ediliyor diye niye ver yansın etmiyorlardı? Çünkü onlara göre kadının doğurmama hakkı kadın özgürlüğünün sembolik ifadesi. Bu özgürlüğün farkında olmayanlara devlet zorla özgürlük bahşedebilir!


BEDENSEL ÖZGÜRLÜK VE ÇOCUK


Paris’teki toplantıda, Avrupa parlamentosunda önümüzdeki dönem tartışılacak olan 23. Madde de gündeme getirildi. Kadınların bedenleri üzerinde nihai özgürlüğe sahip olmalarını sağlayacak; devletlerin, erkeklerin, toplumun kadın bedenine müdahalesini kısıtlamaya yönelik bu maddeyle ilgili fikriniz ne?


Maddenin ayrıntılarını bilmiyorum. Ama bu meselenin sadece kadınların bedensel özgürlüğüne indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü modern beden siyaseti, sadece bir kadın meselesi değil. Sulamith Firestone’un hayali gerçek olacak yakında. (Firestone “yapay rahimlerin geliştirilmesini ve kadınların cinsel üremede hüküm süren gaddar uygulamadan kurtulmasını” savunur. F.Ö) Yani kadınların bedensel döngülerine mahkum olmalarını engelleyecek teknolojik imkanlar mevcut artık. Peki, bu, hiç sorgulamadan alkışlayabileceğimiz bir gelişme mi? İkinci dalga feminist hareketi “bedenimiz bizimdir” ifadesini, çocuk doğurma zorunluluğundan kurtulmak adına bayraklaştırmıştı. Onlar kendi bedenlerinin bir uzantısı kabul ettikleri ceninin yaşamına son vererek biyolojilerine mahkum olmaktan kurtulmak istiyorlardı. Kadın özgürleşmesi için adeta bir ön şarttı bu. Bedenleriyle ilgili her tür kararı ancak kendileri vermeliydi. Ne ataerkil kültürün ne devletin bu konuda herhangi bir müdahalesi olmamalıydı. Cenin bedenlerinin bir parçasıydı onlara göre. Bu yüzden onunla ilgili nihai kararı, bir tek onlar verebilirdi.

Günümüzde sperm bankası kanalıyla çocuk sahibi olanlar da aynı argümandan hareket ediyorlar. Cenini kendi bedenlerinin bir uzantısı olarak kabul ettikleri için bu konuda babaya, doğacak çocuğa, topluma, devlete, insanlığa hiç bir şekilde söz hakkı düşmeyeceğini söylüyorlar.


ÜREME DEVLETİ DE TOPLUMU DA AHLAKI DA İLGİLENDİRİR


Yani?


Yani “bedensel özgürlük” denilen mesele sadece kürtajla sınırlı değil. Aşırı bireyci yaklaşım, üreme, sperm döllemesi ya da kopyalama konusunda “mutlak üreme özgürlüğü hakkı” şeklinde bir iddiaya da yol açtı. Bu iddiaya göre, üreme ile ilgili kararlar hiç kimseyi ilgilendirmez ve kişi istediği şekilde üreme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Klonlama, öjeni, çoklu yumurta ve sperm döllemesi, hayvan ve insan genlerini karıştırma vs. gibi her konuda bunun sadece kişiyi ilgilendirdiği şeklinde bir iddia bu. Çağdaş üreme hakları, bireycilik anlayışına uygun bir şekilde insanların hangi çocuğa sahip olup hangisine sahip olmayacaklarına karar vermekte özgür olmalarını savunur. Oysa bu durum, hem toplumu, hem devleti ilgilendirir, hem de gelecek nesilleri ilgilendirmesi bakımından ahlaki bir konudur.


YENİ DÜNYANIN AHLAKI YOK


Bu söylediklerinizden şunu anlıyorum. İnsanoğlu yepyeni bir dünya ile karşı karşıya ve yeni sorunları var aslında. Sizin de bu konuda yayınlanmış harika bir kitabiniz var: “Yeni İnsan”. Türkiye de bu meseleye sperm bankası, kiralık anne ve geçenlerde tartıştığımız sütannelik mevzuu, yeni tartıştığımız rahim nakli gibi konularla girmiş durumda. Nedir bizi bekleyen bu yeni insanlık durumu?


Yeni bir zamanın eşiğindeyiz ve bu dünyanın ahlakı yok. İnsan nedir, hayat nedir gibi metafizik sorular sorulmasını baskılayan bir vasatta yaşıyoruz. Bu sorulara verilmiş kadim cevaplar, bize ulaşamıyor. İnsanın sınırlarını belirsizleştiren bir teknolojiye muhatabız. Genetik tasarım, biyonik destek, yapay zekâ gibi teknolojiler insanın değişmez bir özü olduğu şeklindeki kadim kabulleri yerle bir ediyor. Teknolojinin defakto hâkimiyetini kaçınılmaz kabul edenler bakalım görelim, diyorlar. Zaten insanın doğası ve kutsiyeti gibi onu dokunulmazlık bahşeden bir takım özellikleri de kabul etmiyorlar. İnsanın mükemmeli arama çabasını bedenini ölümsüzleştirmeye teksif ediyorlar. Böylece kadim “kâmil insan”a ulaşma emeli, yenilenen organlar, eklenen protezler ve genetik müdahale ile bedeni kusursuzlaştırmaya indirgenmiş oluyor.


MÜSLÜMANLAR BİYOETİKE FETVA DÜZEYİNDE BAKIYOR


Bu konunun tartışmalı boyutu, işin teknik tıbbi yönünden çok hukuki ve etik halbuki. İslami bir biyoetikten söz edilebilir mi?


Daha ziyade teşri ve fetva düzeyinden bakıyor Müslümanlar bu meselelere. Süt bankası ile ilgili son tartışmalara bakarsak bu durumu net olarak görebiliriz. Hali hazırda ilahiyatın felsefe ile bağı çok sağlam olmadığı için de bu tür meselelere sadece caizdir/değildir düzeyinden yaklaşılıyor. Halbuki bu düzeyde bile isabetli bir içtihat yapabilmek için alanla ilgili çok boyutlu bilgi ve çok disiplinli bir yaklaşım gerekir. Mesela sütün metalaşma sürecini dikkate almazsanız, nikâh ve mahremiyet ilişkisinden başka bir şeyi önemsemezseniz, yeni biyoteknolojileri ahlaki, metafizik ve varoluşsal açıdan eleştiremezsiniz.


Müslümanlar tıp teknolojisi, endüstrileşen tıp, biyogenetiğin vaat ettiği gelecek ve ahlak arasında nasıl bir terkip kuracakları üzerinde kafa yormalılar. Müslümanların ortaya koyacağı biyoetik prensiplerin varlık, ontoloji, metafizik ve uhrevi bir seviyeden ortaya konulması kaçınılmazdır. Bir uygulama sadece bu dünyadaki sonuçları bakımından değil, insanın yönü ahirete dönük bir varlık olması da dikkate alınarak değerlendirilmeli. Yirmi birinci yüzyılda insanlık, Müslümanların bu seviyeden söyleyecekleri sözlere muhtaç.


Peki, Müslümanlar bu seviyeden öte hiç mi bir şeyler söyleyemiyorlar?


Fetva seviyesinin ötesine geçilebildiğini söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Biliyorsunuz bizim modernleşme maceramıza “İslam terakkiye mani midir?” sorusunun gölgesi düşmüştür. Bu oryantalist kalıp yargının etkisiyle bilim ve teknolojiyi eleştirmek “gericilik” gibi görülegeldi hep. Bu sebeple dindar insanların ve ilahiyatçıların, bilim eleştirisinden ziyade “İslam bilimle çelişmez” cümlesine takılıp kaldıklarını görüyoruz. Halbuki bilim neyi bilmektir? Teknoloji engellenemez bir süreç midir? Bu soruları bugün İslam dünyasının dışındakiler tartışıyor. Aydınlanma sonrası modern bilimin ürettiği teknolojinin yaptığı tahribat, mesela atom bombası, modern bilimle ilgili rüyayı sona erdirdi. Müslümanların da bu etik tartışmalara dahil olması gerekiyor. Ama çoğu zaman bu konularda söyledikleri, bireysel fetvalar düzeyinde kalıyor. Organ nakli caiz midir, düzeyinde. Halbuki bu konuda İslam ne söyler sorusunun cevabı fetva düzeyinden verilemez. Sosyal ve iktisadi düzlemi de varoluşsal ve uhrevi çerçeveyi de dikkate alan bir söz söylemesi gerekiyor Müslümanların. Rahmanın ruhundan bir nefha olmak ne demek? Bedenin kutsiyeti ve emanet oluşu, bu etik tartışmaları nasıl bir zemine taşır? Bu düzeyde bir tartışma ne yazık ki henüz yapılmıyor.


BİYOTEKNOLOJİ İNSANLIĞI NASIL ETKİLEYECEK?


İnsanoğlu kendi kaderini, insanlığın ortak kaderini mi tasarlamaya başladı yoksa kaderimiz zaten bu tasarıma mı dahildi?


Modern döneme damgasını vuran “düşünüyorum, o halde varım,” mottosuyla ifade edilen “insanlık” anlayışı artık sorgulanabilir hale geldi. Genetik müdahale, klonlama, yapay zeka vb biyoteknolojik gelişmeler artık böyle bir tanıma izin vermiyor. Çünkü insanlar arasında ve insanlar ile hayvanlar arasında doku ve organ alışverişi, “gerçek” insanlığın özünün ne olduğu ile ilgili sorunun cevaplandırılmasını da imkânsız hale getiriyor. Teknoloji her geçen gün daha fazla insanı “insan ötesi beden” haline dönüştürüyor. Sürekli bir yapıçözümü yaşayan bir siborg ontolojisi ve protez bir varoluş imkanı sunuyor.


Bu biyoteknolojik gelişmeler bizim “insanlık” anlayışımızı nasıl etkileyecek? İnsan ötesi bir varlığa mı dönüşüyoruz? Yoksa zaten “üzerine et giydirilmiş zihin” olarak tanımlanmamızın kendisinde mi problem? İnsanın ruhu da olan bir varlık olduğundan hareket eden Müslümanlar, bu tartışmalara neresinden dahil olacak? İşte bu sorular eşliğinde girdik yeni bin yıla.


Endüstri sonrası toplumda, bireyler kimlik ve doğalarını bilimin sunduğu imkânlarla yeniden belirleme özgürlüğü kazandılar. Peki bu özgürlüğe sınır çizecek bir ahlaki çerçeve var mı? “yeni insan”ı, insan ötesi bir geleceğin kollarına bırakanlar ile ona ahlaki bir çerçeve çizmek isteyenler arasındaki tartışma bu noktada düğümleniyor.


Bu durum önüne geçilebilir bir durum mu? Geçilmeli mi? Öyleyse eğer ne gibi tedbirler alınabilir?


Defacto olanın hakimiyeti şeklinde tanımlayabileceğim bir tavır hakim özellikle genetik, yeni üreme teknikleri, organ nakli gibi biyoteknolojinin insan üzerindeki uygulamaları konusunda. “Bir şey icat edilmişse uygulanır” diye kabaca ifade edebileceğimiz bir yaklaşım hakimiyetini koruyor. Oysa insan hayatıyla ilgili olan hiç bir şey teknokratik bir sürece emanet edilemez. Bu hem siyasetin, hem felsefenin, hem dinin hem de hukukun konusudur. Teknolojinin hegemonik bir dil çerçevesinde konuşulmasını sorgulamakla başlamak gerekiyor işe. Çünkü modern bilimin ivme kazandırdığı teknoloji, kendi kendini meşrulaştıramaz.


FOUCAULT İZLEĞİ GİBİ


Sizin bu konuya ilginizin sebebi neydi, neyi merak ettiniz, neyin peşine düştünüz?


Köklü bir alan değişikliğinin sonucu değildi esasında. Yıllarca kadın kimliği, gender, feminist teori ve pratiği çalıştım. Tabii bu arada beden sosyolojisi ile temas kaçınılmazdı. Daha “Emanetten Mülke”yi yazdığımda bir metafor olarak bedeni ele almıştım. Cinsellik siyasetinden beden teknolojilerine geçmek çok şaşılacak bir durum değil. Bir arkadaşım “Yeni İnsan”ı ilk eline aldığında “Foucault da cinsellikten beden teknolojilerine geçiş yapmıştı” dedi. Tam değilse de benzer bir yol izlediğim söylenebilir. Çünkü çağdaş kültürde cinselliğin, kimliğin merkezine oturuşunu anlamak için de modern iktidarın beden/cinsellik üzerinden kendini ifade edişini tespit etmek için de böyle bir yol izlemek gerekiyor.