Nerden nereye”, birkaç gündür en sık rastladığım söz. Hani ‘yeni Türkiye” diyoruz ya; nesi yeni bu Türkiye’nin diye soranlara cevap olsun diye, “nerden nereye” geldi Türkiye hatırlatmak lazım.
Hakikat bu; rüyada görsek inanmayacağımız şeyler oluyor. “Kürt sorunu” diyebilmenin haber değeri olduğu günlerden “Kürdistan” diyebildiğimiz günlere erdik.
Hayra yoruyoruz, cesaretimiz, sevincimiz, memlekete olan muhabbetimiz artıyor. Türkiye ile daha bir gurur duyuyoruz. Yüzümüzü düşüren ayıplarımız azaldıkça, aramıza ayrılık gayrılık koyan politikalar bir bir kapı dışına süpürüldükçe “tek devlet, tek millet, tek bayrak” şiarı daha bir pekişiyor.
“AK Parti ve Kürtler” kitabını tez olarak hazırlamaya başladığım dönemde henüz “Güzel şeyler olacak” temennisi faslındaydı Türkiye. Başbakan Erdoğan’ın meşhur Diyarbakır konuşmasıyla start almış bir vizyon vardı önümüzde, fakat önümüzü çok da iyi göremiyorduk ama “güzel şeyler olacak” hissediyorduk, olsun istiyorduk. Hem de çok istiyorduk.
Tezi teslim etmem gerekiyordu, bu yüzden konuyu bir yerde bağlamak durumundaydım. Ama Kürt sorunu ve PKK sorunu daha çözülmüş değildi.
Hatta yolun başındaydık.
Çözümün salim limanı
2009’daki tespitim şöyleydi: “Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü için elzemdir. AK Parti ve DTP (BDP’nin selefi) Kürt sorunu ile ilgili iki rakip parti oldukları için süreç aynı zamanda bir gerilim ekseninde yürüyecektir.”
Nitekim böyle oldu; PKK-BDP, Kürt sorunu ile ilgili siyasetini sadece Kürt sorununun çözümü perspektifiyle değil bölgede hasmı olarak gördüğü AK Parti’ye karşı da amansız bir mücadele ile şekillendirdi. O kadar ki zaman zaman çözüm bile bu rekabete kurban verilebildi.
Nevruz’da başlayan ve taraflardan birinin bizzat Öcalan olduğu yeni çözüm sürecine kadar yaşanan ve adına “yol kazası” dediğimiz hadiseler kaza falan değildi. Süreci kesintiye uğratmak için yola döşenen dinamitlerdi.
Sorunu siyasetin imkanlarıyla çözmek kuşkusuz en sağlıklı olanı ve bir bakıma da en zor olanı.
Gerek AK Parti için gerek “egemen Kürt siyaseti” olarak etiketlenen BDP için aynı zorluk söz konusu.
Basite alınacak bir şey değil, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı en önemli iki sorundan birinin çözümden bahsediyoruz. Ve bu öyle bir konu ki artık bir iç mesele olmaktan çoktan çıkmış.
Mücadele edilen silahlı bir örgüt var ve bu örgütün “bölgesel aktörlük” gibi heveslere soyunduğu bir vasattan geçiyoruz.
AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın bana sorarsanız en büyük başarısı çözüm sürecini salim bir limana çıkarmak adına son derece dengeli ve itinalı hareket etmesi.
‘Kozmetik hareketler’ mi bunlar?
AK Parti hükümetleri, BDP çevresinin maksimalist taleplerini izale ederek, Türkiye’nin batısının endişelerini gidermeye çalışarak, sadece kendine oy veren geniş kitleyi değil MHP tabanını bile dönüştürerek ve CHP’yi değişmesi gerektiğine ikna ederek Kürt sorununun çözümüne tüm Türkiye’yi dahil etti.
Zira Kürt sorunu, sadece Kürtlerin değil bütün Türkiye’nin sorunu olarak algılanmadıkça çözüm ve barış mümkün değildi.
Bunu başarabilmek, kuşkusuz AK Parti gibi merkez sağda ama değişimci ve dinamik bir yapı ve Erdoğan gibi risk alabilen, karizmasıyla kitleleri arkasından sürükleyebilen bir liderle mümkündü.
Bugünlere böyle böyle gelindi. Alabildiğine cesur, aynı zamanda yoğurdu üfleyerek yiyecek kadar tedbirli adımlarla...
Başbakan “kozmetik hareketler” bunlar deyip azımsayanlara ya da “elini veren kolunu kaptırır” diyen faşist kafalara kulak verse bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk?
İster miydik bunu?
Kürtlerin yüzüne bakabilir miydik?