Neyi yönettiğimizin farkında mıyız?

Tartışmanın Türkiye tarafı kelimenin tam anlamıyla ibretlik. Hızını alamayıp olup bitenin ‘ulus devletin sonu’ anlamına geldiğini söyleyenler bile var. Peki bu ülke ne zaman ‘ulus devlet oldu ki sonu gelsin’ sorusunun cevabı üzerinde  kafa yormuyoruz.

Birileri dönemin şartları üzerinden böyle bir hamlede bulunmuş olabilir. Ancak bugün geldiğimiz tablo, ‘ulus devlet’ modelinin bu topraklarda herhangi bir karşılık üretmediğini ortaya koyuyor.

PKK’nın geri çekilme sürecinin ortaya çıkardığı tepkiler, birilerinin bu çatışma hali üzerine hayli hesap yaptığını gösteriyor. Her durumda her gelişmeye olumsuz tepki verenleri bir kenara bırakırsak, barışa giden yolda akıllara ziyan gerekçeler üretenlerin nerede durduğunu doğru tarif etmek, geleceği okumamıza katkı sağlayabilir.

Türkiye, barışa giden süreci inşa ederken, öncelikle kendi içinde dengelerini yeniden kurmaya çabalıyor. Bu, sanıldığından çok daha zor ve bir o kadar da riskli. Nitekim Akil Adamlar tartışması dahil, sürecin hemen tüm unsurları belli odaklar tarafından hızla iç siyaset malzemesi haline getiriliyor. Bu da yıpratıcı ve bu sorumluluğu üzerine alanlar için hayli sıkıntılı bir döneme işaret ediyor.

Daha açık bir ifadeyle söylersek, bugün yönetilen sürecin, siyasi riskleri sanıldığından çok daha yüksek. Tam da bu nedenle siyasetin bazı aktörleri bu riski köpürterek iktidarı köşeye sıkıştırmanın hesaplarıyla meşgul.

Tüm bu gelişmeler eğer siyasi sınırlarımız dahilinde kalsaydı ve onun ötesinde bir karşılığı olmasaydı, bu tür manevraları bir yere kadar hoş görmek mümkün olabilirdi.

Oysa henüz tam olarak anlaşılamayan nokta şurası. Türkiye bu süreci sadece kendi içinde yönetmiyor. Irak başta olmak üzere bölge siyasetinde gelinen aşama, neredeyse tüm dinamikleriyle Ankara’nın attığı adımların ya bir parçası ya da karşı hamlesi.

Irak kelimenin tam anlamıyla bir iç çatışma halinde. Burada kabaca Bağdat ve Erbil arasında bir gerginlikten söz edebiliriz. Ancak Bağdat’ın bölgesel ve küresel ölçekte kimlerle oturup kalktığını, Erbil’in hangi dengelere karşılık geldiğini konuştuğumuz zaman, tablonun çok daha karışık ve bir o kadar da büyük olduğunu görebiliriz.

Bağdat’ta Nuri El Maliki yönetimi, özellikle ikinci iktidar döneminde ortaya koyduğu gerginlik politikalarıyla, zaten kopuş hazırlığı içindeki Kürt yönetimini daha da hızlı davranmaya itti. Maliki bu kavgayı yürütürken, şaşırtıcı bir denge oluşturdu. Bir yandan Washington’la, diğer yandan Tahran’la yakın temas kurarak, bölgedeki gücünü artırmaya çalıştı, bunda da kısmen başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Ancak bu denge halinin kalıcı olması, hele de Irak şartlarında barışa katkı sağlaması söz konusu olamazdı. Nitekim kısa süre içinde deyim yerindeyse dikişler patladı ve Irak’ta kan gövdeyi götürüyor.

Suriye konusunda Ankara’yı uluslararası sistemin taşeronu ilan edenler, diğer yandan Tahran-Bağdat-Şam ekseninde ortaya çıkan ittifakı ‘direniş’ sayanlar, nedense iki gerçeği görmezden geliyorlar. Birincisi, Maliki, Amerikan yönetimini arkasına alarak Kürt bölgesinin Türkiye ile entegre olmasının önüne geçmeye çalışıyor. İkincisi, Şam’daki Baas kalıntısı, aynı şekilde bu dengenin arkasına saklanarak varlığını sürdürmeye gayret ediyor.

Hep itiraz ettim, sonuna kadar da edeceğim. Başkasına meşru görülen, hak sayılanlar, söz konusu Türkiye olunca anında tepkiyle karşılanıyor.

Kendi içimizde, bölgede ve küresel ölçekte karşılığı olan bir süreci yönetiyoruz. Bu gözle ve daha soğukkanlı bakmanın herkese yararı olacaktır.