Nikbin bir yazı

Üniversite yıllarımda, 1960’lar, çok sevdiğim bir hayâlim vardı: Türkiye ve Yunanistan’ın bir konfederasyon çatısı altında birleşerek Doğu Akdeniz’de bir refah ve istikrar bölgesi oluşturması. O sıralar Yugoslavya başlıbaşına bir özel ünite ve geri kalan Balkan ülkeleri ise Demirperde gerisindeki “meçhûl diyarlar” kategorisine girdiklerinden bu muhayyel konfederasyona alacak başka üye bulamıyordum.

Öte yandan, okuduğum Bonn Üniversitesi’nde bu dâhiyâne fikrimden bahsetdiğim Yunanlı arkadaşlardan da pek istediğim yankıları alamamakdan muzdaribdim. Kimi duyunca irkiliyor, kimi yüzünü buruşturuyor, kimiyse bu “nefis espri” karşısında kahkahalarını tutamayarak “Bir de Türklerde mizah yokdur derler... Hangi hıyarçıkarıyorsa bu rivâyetleri...” şeklinde iltifatlar savurarak uzaklaşıyorlardı.

Oysa ben bu tasavvurumda ciddîydim.

Böyle bir ittihâdın sâdece politik ve kültürel yönlerden değil ekonomik bakımdan da çok semereli olacağı kanaatindeydim. Kimseden anlayış görememek beni bayağı rahatsız ediyor ve nevmîdîye kapılmama yol açıyordu.

Tek tesellîm, dâhîlerin çoğu kez çağdaşlar tarafından anlaşılamadığı ve değerlerinin bâzen ancak nesiller sonra teslîm edilebildiği yolundaki yaygın îtikaddı.

Aradan geçen yarım asır boyunca çok şeyler oldu, Yunanistan aldı başını Avrupa Birliği denilen yeni ve uluslarüstü bir kuruluşa girdi, bizler birtakım silahlı nâmussuzların elinde senelerce sürüm sürüm süründük, hattâ elebaşılarını mükâfâten cumhurbaşkanlığına bile getirdik ve düşe kalka bu günlere vardık.

Bütün bu onyıllar boyunca, yâni AB projesi tedrîcen ete kemiğe bürünmeğe başladıkdan sonra ben şahsen hep Türkiye’nin bu örgüte mümkin mertebe yaklaşması gerektiği tezini savundum.

Fakat bunu yaparken son tahlilde Türkiye’nin yüksek menfaatlerine tam anlamıyla uygun davranmadığımı da iyi biliyordum.

Nası’ yâni?

E, yânisi şu:

Türk Devleti’nin Önasya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgeleri ve Balkanlar’daki çıkarlarıyla Brüksel merkezli bir Birleşik Avrupa Devleti’nin menfaatleri elbet yüzde yüz örtüşemezdi!

Ama ben buna rağmen Türkiye’nin AB ile çok ileri derecede bütünleşmesi gereğini savunurken asıl aklımda olan “AB Kriterleri” idi!

Yâni çoğulcu demokrasi temeline dayalı gerçek bir hukuk devleti!

Zîrâ gâyet iyi biliyordum ki Türk Toplumu kendi başına bırakılırsa biz daha demokrasiyi ve insan haklarını sittin sene bekler yine de bu “mutlu son”a ulaşamazdık!

Kimse gücenmesin ama ben asil milletimin, kısm-ı aslîsi îtibâriyle böyle bir derdi olduğuna hiç inanmadım, bugün de inanmıyorum!

Bizi bu konuda birilerinin dürtüklemesi şart!

Ne var ki bugün artık demokratik hukuk devletinin nîmetlerinden yararlanmayı isteyenlerin oranı muhtemelen yüzde yirmilerden yüzde kırklara filan yükselmiş olabilir.

Bu oran yüzde altmışları yetmişleri buldukdan sonra ise Türkiye AB’ye ister girsin ister girmesin!

Ama bakalım bulacak mı!

Çok mu kötümserim?

Belki... Ama bir milletin demokratik ahvâl ve etvârına bakarken sâdece sandık sonuçlarına değil her yere bakmak lâzımdır.

Aziz polis kardeşlerimi tenzîh ederim ama siz hiç bu memleketde bir karakola işiniz düşsün ister misiniz?

Ben de!

Öte yandan öyle fazla bedbîn olmanın da âlemi yok.

Bu millet ne vartalar atlatmışdır!

Bir Tansu Çiller’e bile bana mısın demedi!

Şu sözleri bütün samîmiyetimle yazıyorum:

Türkiye, cem’an yekûn, iyiye gidiyor... Hem de hızla!!!

Nah, işte şuraya yazıyorum!