Niye sevineyim, üzülüyorum...

Almancada ‘schadenfreude’ diye bir kavramın varlığını biliyorum; kabaca ‘başkasının zora düşmesinden, çektiği ızdıraptan keyif almak’ diye çevrilebilecek bir sözcük bu... Başka dillere de Almancasıyla geçmiş bu his durumu bizlere olağanüstü yabancı...

Üzerinde düşünesiniz diye soruyorum: ‘Balyoz’ davasında verilen cezaların çoğunu Yargıtay da onayladı, komutanlar uzun yıllar cezaevinde kalacak diye sevinenler var mıdır? Herhalde vardır, ama sayılarının dikkate alınmayacak kadar az olduğunu sanıyorum.

İnsanlarımız, karakter olarak, başkalarının kötü durumundan keyif almaz bizim...

Verilen kararı tasvip etse bile, cezaevine düşen bazısı muvazzaf çoğu emekli üniformalı kişilerin, kendilerini, ailelerini, yakınlarını, sevenlerini düşünerek üzüntü de duyar...

‘Balyoz’ davasında Yargıtay’ın onayladığı cezalardan sonra, bazılarının ısrarla karara sevinildiği yönü üzerinde durması gerçeği yansıtmıyor; tıpkı ‘Balyoz’ davasının kendisinin yersiz olduğu yolundaki iddia gibi...

Olaya sonradan eklenen bazı ayrıntılardan hareketle, kanıtların uydurma olduğu, sonradan üretildiği, bilgisayar kayıtlarının aynı tarihteki gerçeklerle uyuşmadığı türünden itirazlar hep merkezinde yer aldı bu davanın; önemsiz ayrıntılar önemli gerçeklerin önüne geçirildi...

Gerçek, 3-5 Mart 2003 günü İstanbul’da yapılan bir askeri tatbikat seminerinin rayından çıkarılarak ‘darbe provası’ haline dönüştürüldüğü savıdır; mahkemeler bu savın doğru olup olmadığını araştırdı ve kararlarını büyük çapta buna göre verdi.

‘Prova’ olduğu gerçek miydi peki?

Daha ilk günden elde edilen sesli kayıtlar, ‘tatbikat semineri’ yapıldığı için bir araya gelen subayların, aslında ne zaman sahneye konulacağı belli olmayan bir darbe planını görüştüklerini sergiliyordu. Konuşan ve talimatlarıyla ‘semineri’ yönlendiren komutan, müdahale sonrası kimlerin derdeste edileceğini isim isim denetliyor, nereye götürüleceklerini bile belirliyordu.

Kulaklarımızla işittiğimizde hayretlere düştüğümüz kayıtlar yayınlandığında, komutan, konuşanın kendisi, kayıtların da gerçek olduğunu açıkladı.

Kanıt sadece o ses kayıdından da ibaret değil...

En önemli kanıtlardan biri, yargılanıp cezası onaylananlardan bir komutanın ‘günlük’ tutma merakının eseri olan notlar... Komutan, üşenmemiş, her gün etrafında cereyan eden olayları, kendisine söylenenleri, duyduklarını not etmiş...

‘Günlük’ TSK içerisinde bir grubun, emrinde olduklarını varsaymamız gereken siyasi iktidardan hazzetmediklerini, onun sonunu getirmek için meşru olmayan yollara başvurmayı düşündüklerini açığa vuruyor...

Hepsinden önemlisi de, o dönemde konuşulan, planlandığı anlaşılan ve yapılan hemen her şeyin aynı tarihteki olaylarla çakışmasıdır...

Yapılması düşünülenin, 28 Şubat’tan (1997) farklı, 27 Mayıs (1960) türü bir müdahale olacağını tahmin etmek zor değil...

Eldeki verileri yargıçların bu gözle değerlendirip kanıtlardan hareketle ceza verdiği ve verilen cezaları onayladığı anlaşılıyor.

Ailelerin, yakınların, sevenlerin ‘‘O yapmaz’’ kanaatları veya ‘‘Yapmış olsa da hakkı var’’ görüşüne sahip olmaları bu gerçekleri değiştirmiyor...

Cezalar ağır değil mi? ‘Suç’ sabit görüldüğünde, ona hangi cezanın verileceği yasalarda yer alıyor ve gerisi yargıçların takdirine kalıyor...

Şundan emin olabilirsiniz: Hiçbirimiz cezalar onaylandı diye sevinmiyoruz; kendi hesabıma ben çift yönlü üzülüyorum...

İnsani yönden ailelerini ve yakınlarını düşünerek, bir de kendime sürekli ‘‘Bu kadar akıllı adamlar, nasıl olur da darbeyi çıkış yolu olarak görebilirler?’’ diye sorup durduğum için...