‘Nur’ ve ‘iyilik’

Mustafa Kutlu Hocamızın yeni kitabının ismidir “NUR”... Kitabın ilk çıkış anında Kutlu’ya şahitlik etmek de varmış kaderde. Oysa bin sıkıntı, bin usanç, bunalımla çıkıp gitmiştim Dergah’a. Memleketin altı üstüne geliyor, düne kadar kardeş olanlar birbirinin boğazını sıkıyor, her gece İstanbul’u sis basıyor, insanlar birbirine bağırıp, mütemadiyen hakaretler yağdırıyor, nereden birikmiş bunca kin, nerede gizlenmiş bunca nefret, karanlık sis hepimizi kaplıyor... “Ne olacak bu iş, ne yapacağız, çıkışı yok mudur bu hallerin” demek için varmıştım yanına...

Dergah Edebiyat Dergisi’nin adetidir, genç yazarlar, kalpleri titreyerek akıllarını kurcalayan sorularla vardıkları dergahtan, bahtlarına yazılmış olanları işiterek çıkarlar ancak... Kaç bin soruyu, kaç bin dünya dağdağasını o eşikte bırakmışızdır kim bilir... Çünkü Mustafa Kutlu’ya göre, evvela “iyilik”tir aslolan... “Önce iyi insan olun, bilahare iyi yazar olunur” der. Bunu işiterek geldik orta yaşlara...

NUR, bir arayışın, yolculuğun hikayesi aslında. Hikayeden çok menkıbe desek belki daha doğru. Yeni çıkmış kitabı, önce öper sonra açıp kokusunu içime çekerim. 95. sayfaya denk geldi bu seferki iç çekişim: “Cenabı Hak buyurmuş, ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, kainatı yarattım”. Bana denk gelen sayfaya bakar mısınız? Kim bilir kaç yüzyıldır tartışılan bir mevzu, eh bize de başkası denk gelemezdi zaten! Bu fikre karşı çıkanlardan, bunun aslı astarı yoktur diyenlerden de bir kalem söz edilmiş ama kitap, muhabbet ve marifet üzerinden neşet eden bir ilkbahar ağacı gibi yeşermiş... Aldın mı cevabını Sibel Eraslan? Rüyana girmiş ağacı arasana sen.Tartışmaları, bağrışmaları, itişip kakışmaları bırak, kalbinin, vicdanının özlediği kokunun izini sürmeye devam et, bırak kalabalığı, nizadan vazgeç... ‘ ’Sen derviş olamazsın’’ nakaratıyla, kavganın en ortasında geçmiştir oysa şu ömür...

Nur ile Sinan’ın; iki mimarın, iki farklı dünyanın insanları olarak iki gencin, kaderin kah birleştirip kah uzaklaştırdığı hikayat... İyiliğin, arayış olduğu kadar cesaret ve fedakarlık da istediğini söylüyor cümle ritimleri... Kutlu’nun “Yoksulluk İçimizde” adlı eserindeki harmoniyi bir mertebe yükseğe çıkartarak, hakikatten hayrete zıplayışın serüveni olarak okudum NUR’u... Hayret edecek bir şeyi kalmamış asrımızın kendinden ve gücünden pek emin insanı için, altüst edici bir kitap...

***

Her kelime bir “yara”dır. Kanar ve kanatır. İçinden geçtiğimiz sunturlu süreç, tüm kelime sahiplerinin sınavına dönüşüyor. Kim daha çok kanatıp, kim daha çok yaralarsa, baş tacı edildiği için, durup düşünmeye pek fırsat yok. Yazar Yıldız Ramazanoğlu, tüm bu gulgulenin içinde Tolstoy’a ait 1908-1910 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşan bir video yollamış; “sakın kaçırma, hayat çok çabuk geçiyor” diye yazmış üstüne. Uzun kış günleri ve upuzun kar görüntüleri üzerinde, uzun boyu ve rüzgarda savrulan sakalıyla Savaş ve Barış’ın, Anna Karenina’nın yazarıydı o. Tüm yazdıklarında halkının yoksulluk ve sınıfsal çatışmaları arasında, asıl büyük ve cümbüşlü savaşımın, insanın kendi benliği ve hırsıyla gerçekleşeceği bilgisini temrin ediyordu Tolstoy. Filmde, Tolstoy’un yanında yöresinde koşuşan dört beş yaşlarındaki torunlarına da baktım, hesap ettim yaşlarını, rahmetli Anneannemle akranlar aşağı yukarı. Tolstoy’un felsefesini kuran uzun ve bitimsiz kış ve kar resimlerinin altındaki sabırlı cümlelerle... Büyükannelerimizin işgal, ricat ve yoksulluk altında susarak biriktirdikleri bilinç çeyizi arasında kurulabilecek anlam bağı. “ Hepimiz nasıl da birbirimizden parçayız” diyordu Yıldız Abla... Bugün kıyasıya kavga edenler de birbirinin parçası...

***

Uzay haritasından bakıldığında hiç de iddialı büyüklükte olmayan şu mavi kürede, yaptığımız şu bitimsiz savaşlar... Kavgalar. Çarpışmalar. Büyük ülküler. İthamlar. Nefretler ve Tapınçlar... Kainatın içinde acaba ne kadar yeri kaplar? Peki ya Allah? Her şeyden münezzeh Allah, hiçbir yere sığmamış da kulunun kalbine sığmış... Öyleyse Kalp, en mutena ve sınırsız büyüklükteki mahaldir hakikate. Dikkat! Kırdığımız şey kalptir arkadaşlar...