Öcalan’ın misyonu

Öcalan, Türkiye’ye getirildiği günden başlayarak, oynayabileceği rolü hep tarihsel bir misyon olarak tarif etmiş, ama zihnindeki bu ‘misyon tahayyülü’, her zaman da  silahlı mücadelenin gücüyle ölçülebilen ve bu yüzden de şimdiye kadar gerçekleşmesi mümkün olamamış bir tahayyül olarak kalmıştır.

Öcalan’ın yeni bir düşünsel değişim moduna geçtiği söyleniyor.

Yazılanlar doğruysa, Kürt sorununun Kürtler’e tanınacak ve anayasaya konulacak özel bir statü sorunu değil bir demokrasi sorunu olduğunu ifade ediyormuş.

‘Öcalan’ın öne sürdüğü talepler devleti ve hükümeti zora sokacak talepler değil’ diye açıklama yapılması da önemli.

Sorun, devleti ve hükümeti zora sokmayacağı söylenen bu talepleri, Kürt hareketinin nasıl karşılayacağıdır.

Kandil’in ve BDP’nin, ‘hükümeti ve devleti zora sokmayacak’ taleplere evet demesi mümkün olacak mı?

BDP ve DTK’de ‘devrimci halk savaşı’ başlarken gördüğümüz ve Silvan saldırısı olduğu gün Diyarbakır’da toplanıp, demokratik özerkliğin ilanıyla biten aceleci tutum pek görülmüyor!

Öcalan’ın fikirlerinde değişim olması ve bu değişimin PKK/BDP’yi de etkilemesi kuşkusuz çok önemlidir. Bir şartla ama:

Zihinsel değişimin şiddet ve silahlı mücadele anlayışını da kapsaması.

Öcalan’ın 1999’dan sonra geliştirdiği yeni ve özü itibariyle herhangi bir özel statü talebi içermeyen, PKK’nin önüne hak temelli bir mücadele anlayışını koyan paradigma değişimi, şiddeti reddetmiyor ve silahlı gücün müzakere masasında belirleyici olacağını öngörüyordu.

Oslo deneyimi bu öngörü ve inançla başlamış bir süreçti.

Aynı süreç, PKK’nın ve Öcalan’ın, umudunu, Kürt hareketinin değişim kabiliyetine değil, silahlı mücadelenin, elde bir imkan olarak tutulmasına bağladığını göstermesi bakımından da önemlidir. 

Sonuç olarak, o deneyimden bu yana, Kürt siyasi hareketinin, taleplerin mahiyetinden, niteliğinden ve öneminden bağımsız olarak, savaş psikolojisi içinde tutulması hem hareketin kendisine hem Türkiye’ye pahalıya mal oldu ve kimseye bir şey kazandırmadı.

PKK/BDP’yi destekleyen Kürtler’in ana dille eğitim ve demokratik özerklik için ‘devrimci halka savaşı’ adıyla yeni bir stratejinin hayata geçirilmesine ciddi bir itirazları olmadı ve iki yıldan kısa bir zaman içinde 1400 insan hayatını kaybetti.

Öcalan şimdi kaybedecek zaman yok diyor.

Aslında şimdi değil, 2007’den bu yana kaybedecek zaman yoktu. Eğer o tarihte, Öcalan zamanı doğru okuyabilseydi, her şey çok farklı olurdu. Ama o hep yanlış kapıları çaldı durdu. Çözüm için Devlete ve asker-sivil bürokrasiye işaret etti. PKK’nin silahlı mücadelesinin, elini güçlendireceğine inandı.

PKK, o istemeseydi, ulusalcı -Ergenekoncu cephenin gözünde hükümeti devirecek bir umuda dönüşmeyecekti. Bu umudun artık cezaevi gardiyanları bile farkında. PKK’li tutukluya bir gardiyanın, ‘Siz AK Parti hükümetini kurtarıyorsunuz’ demesi, bu umudun nerelere kadar uzandığını gösteriyor.

Öcalan’ın yeni tercihi doğru bir tercihtir ve desteklenmesi gerekir.

Ama misyonu ve liderliği bugün, Ergenekon ve ‘Kürt-Şii’ İttifakında yer alan güçlerle karşı karşıyadır.

Ergenekon cephesi ve Baasçılar, PKK umudunun, Öcalan’ın eliyle bu kadar kolayca harcanmasına izin vermeyeceklerdir.

Ona kısa sürede cephe açmaları ve PKK içindeki bazı ‘dinamikleri’ harekete geçirmeleri ve zaten sürdürdükleri ‘ideolojik kuşatmayı’ bizzat PKK medyasını kullanarak güçlendirmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.

İçine girdiğimiz süreç aslında Öcalan’ın liderliğinin, bir zaman ittifak ettiği güçlere karşı sınanacağı bir süreç olacaktır. PKK ya Öcalan’a ya bu güçlere kalacaktır. Dolayısıyla, barış ve değişim, Öcalan’ın eski müttefiklerine karşı mücadeleyi kazanmasına bağlıdır ve o bu mücadelede yalnız bırakılmamalıdır..