Niçin Hz. İsa’yı hatırlatır erkekleri öğretmenlerin, o ana kadar sormamışsınızdır kendinize.
Yıllar sonra bir gün karşılaştığınızda eski arkadaşınızla. Etrafını çevirmiş öğrencilerinin sürekli daralttığı o bağımlılık yarıçaplarıyla, matematikten çok eski bir resim gibi seyredersiniz onu, kapı aralığından. Eski bir resim, “öğretmen ve kuzu” tablosunda çizilmiş. Uzun saçlarından su damlayan o Hz. İsa gravüründe, mor üzümler ve masum kuzularla, sonra bir asa, bir Kitap ve arkada upuzun yemyeşil çayırlar... Hangi Kitap için hayali kurulamayacak bir iştir ki o zümrüt çayır. Sanki cennete sadece bir nefes kala. Ve hangi öğretmen düşürür ki elinden Kitabı. Düşürür ki bir çocuğu. Düşürür ki bir kuzuyu. Olmaz ki. Kıyamaz ki. Bırakamaz ki. Cennet, öğretmenin parmak uçlarında...
Yıllar sonra bir gün karşılaştığınızda eski arkadaşınızla. O dershanenin. O eski başkentlerden birisindeki dershanenin, yarısı açık kapısından içeri doğru bakarken siz.
Onu hala kitaplar ve öğrencileri arasında gördüğünüzde...
Hayretle fark edeceksiniz ki; arkadaşınız hala yelek giyiyor.
O ipincecik eprimiş yelek, çarpacak sizi, ağır siklet bir boksör gibi.
Yelek. El örgüsü. Annesi mi örmüş. Veya eşi de olabilir, halasının kızıyla mı evlenmişti, duymuştunuz, ama hiç bahsi geçmemişti aranızda.
Aranızda zaten sadece ciddi şeyler konuşur, aranızda sadece ciddi şeyler yazışırdınız, aileye selam tüm konuşmaların ve yazışmaların en sonunda yakaya nazar değmesin adet yerini bulsun diye takılmış pek de takılmamış aslında, bir şeydi. Belki. Belki de vakit yoktu.
Neyse. Yeleği yani. Bu vakitte artık kimsenin pek de giymediği o eski zaman giysisini. Siz örmediniz, orası kesin.
Siz en son orta ikinci sınıfta elişi dersinde zorunlu olarak ördüğünüz örgünün size dayatılmış disipliner/eril bir ayrımcılık olduğu konusunda yazdığınız kimbilir kaçıncı makaleyi de kaleme aldıktan sonra. Yelek örmek. Kadına yönelik: Cinsiyet ayrımcılığı. Eşitlik karşıtı bir eylem. Midir. Mıdır. Mudur. Müdür.
Müdürü olduğunuz derginin insan hakları konusunda düzenlediği bir panel için gittiğiniz o eski başkentteymiş dediler. Arkadaşınız dönmüş dediler.
Siz örmediniz, orası kesin.
Ama arkadaşınızın sırtında, işte yıllar sonra bir yelek...
***
Bir müddet dersin bitmesini beklediğiniz, o eski başkentteki medresenin loş sahanlığında saate bakarken, duvarın tam ortasındaki o saate. Namaz vakitlerinin not edildiği paraflardaki el yazısından, onu hemen tanıyışınızla ilgili. Gülümseyişiniz. Tanıdınız bu el yazısını, arkadaşınızın elidir, tanıdınız. Namaz kılan bir matematik öğretmenine hangi çocuk bağlanmaz ki? Çocuk, biraz havarilerden, biraz kuzulardan akraba.
Bildiniz.
Sendelediniz. Oturduğunuz yerde.
Küçük bir geriye gidişle, yelekli arkadaşınızdan aldığınız en son kartpostalın Bordeaux’dan geldiğini hatırlayışınız ve Biskay Körfezi’nde fırtınaya tutulmuş bir gemi kadar alabora oluşunuz bu ani gidiş gelişle, bu eski, bu kuş uçmaz kervan geçmez, bu unutulmuş başkent’e nasıl.
Geri dönmüş.
Çünkü öğretmen.
Oysa, kuş uçumu bile değil. Biskay/Kayseri arası kaç saat çeker, kaç mil, kaç kanat çırpışı, kaç tüy dökümü, kaç ölüm, kaç kaç kalım, kaç vaz, kaç geçiş...
Ancak göç kuşları geri döner azizim. Çünkü sözünde durur göç kuşları.
Siz dönmediniz. Çünkü siz kuş değilsiniz. Sizin kuzularınız da yok, çayırlarınız da zaten.Ve saçlarınızdan hiç su süzülmez sizin. Çünkü siz, öğretmen değilsiniz.
Ama böyleydiniz işte bir zamanlar, göç kuşuyla pek farkınızın olmadığı toy günlerinizde.
Tüm yollarına dünyanın, sefer niyetiyle çıkılacak, derdiniz. Zafere değil sefere çıkardı gençler. Sonra kısmetse dönerlerdi. Kısmet. Bir gemi ismi gibi.
Oysa, sefere hiç çıkmamış bir gemi, demir attığı limanında durup dururken yaşlanır, eskir ve alışır. Alışır muzaffer bir terzi gibi ölçüp biçmeye. Alışır biriktirmeye.
Yeleğiyse, ancak hiç biriktirmeyenlerdir giyenler.