Okuyucularla Hasbihal: ‘Allah adına ceza kesmek' yetkisini kim, nereden ve nasıl alıyor?

Birçok okuyucu, depremin sadece 'ilâhî bir azab ve ceza olduğu' hakkında ve hele de bu büyük felâket günlerinde, on binlerce mâsum insanlar yıkıntılar altına ve milyonlarca insan da yüreği dağlanmış olarak acılar içindeyken; bazı kişilerin, -iddialarının doğru olup olmadığı da bir ayrı konu- 'hoca veya vaiz vs. unvanıyla videolar hazırlayıp, devamlı, Allah'ın azabından, cezasından bahsetmeleri ve bu görüşleri dillendirerek o mâsumlara bir darbe de onların vurmasından Müslüman olarak rencide olduklarını belirtiyorlar ve 'Bu gibi gaddar kişiler, bu, 'Allah adına ceza bildirmek' yetkisini nereden ve nasıl alıyorlar?' diye itiraz ediyorlar.

Evet, bu haklı itirazlara, yerinde suallere sağlıklı cevaplar vermek kolay değil. Biz deprem felâketiyle ilgili yazılarımızda, materyalistlerin- laiklerin 'tabiat kanunu' dedikleri hadiselerin , 'mükevvenât'taki bütün her şey için Allah'u Teâlâ'nın ezelden koyduğu ve 'Sunnetullah' denilen ve hükmünü ebediyete kadar sürdürecek kanunlar olduğunu belirttik. Ama, Allah'u Teâlâ'nın, bazı toplumları ikaz etmek için bu ezelî kanunlara istisnaî müdahalesi de vardır; 'Nuh Tufanı' örneğinde olduğu üzere. Ama Sunnetullah'a göre meydana gelen veya istisnaî ilâhî müdahalelerin zamanını kesin olarak bilemeyiz.

Evet, durum bu iken. Bazı kimselerin, depremlerin sadece toplumun bir kısım günahlarının cezası olarak geldiği şeklindeki değerlendirmeleri nasıl söyleyebiliyorlar.

Bir felâket ânında, kişiler kendilerini hesaba çekebilirler, kendi hayatlarındaki yanlışlarını hatırlayıp, 'keşke öyle davranmasaydık.' diyebilirler; ama hele de on binlerce mâsumun can verdiği o faciayı yaşamış insanların tamamına yönelik bu gibi suçlayıcı hitabelerde biraz insanî bir nezaket var mıdır?

Yapmayın efendiler. Haydi, bir takım günahkârlar da vardı diyelim, binlerce mâsum yavrular da can verdi, binlercesi anasız-babasız kaldı. Sizin aklınız sadece bu konulara mı erer? Bizi günahlardan tevbe etmeye davet edenler, bir de kendileri tevbe ederler mi?

Hattâ en azgın bir kişi veya azılı bir düşmanınız olduğunu bildiğiniz bir kişi bile olsa, o, diyelim ki bir kazâ ânında bir arabanın veya yıkıntının altında kaldı ya da denizde boğulmak üzere veya bir yangında alevlerin içinde. Ve bizden yardım istiyor, o durumda, 'Allah senin cezanı vermiş, çek cezanı!' demek gibi bir anlayışımız olabilir mi? O durumda olan en büyük düşmanımıza bile, bizden yardım istediği anda, vazifemiz, ona insan olarak, elimizden gelebilecek, mümkün olan her yolla yardımcı olmak değil midir?

*

*Bazı okuyucular da, gayet haklı olarak, 'Diyanet' adına yapılan bir açıklamada, - tam da deprem felaketi günlerinde sorulmasında bile şeytanca bir niyet ya da bir hamakatin olduğunu hatırlatacak şekilde sorulan-, 'evlâdlık edinilen bir kimseyle evlenilir mi?' gibi suallere verilen cevaplara itiraz ediyorlar.

Gerçi sonra, o cevaplar silinmiş ama önce yayınlanmış olması bile başlı başına ve en azından 'âbesle iştigal' değil midir? Diyanet, hatanın görüldüğünü ve o cevabın silinmesiyle zımnen anlatmış olduğunu ifade etmiş olabilir, ama bu ve benzeri konular, böyle sessizlikle geçiştirilemez. Diyanet İşl. Başk.lığı, bu konuda hatası, dikkatsizliği, anlayışsızlığı veya kasıdlı bir davranışı olanları görürse, onları bulundukları yerlerden fırlatıp atmalı ve bu konuyu kamuoyuna da net olarak açıklamalı değil midir?

Sosyal medya bataklığında, Müslümanlar üzerine 'cîfe' sıçratmak için pusuda ekleyen şeytan taifesine bayram ettirmek de ne oluyor?

Bir söz, hattâ doğru olsa bile, doğru zamanda, doğru muhatablara ve doğru bir uslûbla söylenmelidir.

*Turgay Mızrak isimli okuyucu diyor ki: 'Felâket elbette çok büyük ama beceriksizlikler acıyı ve felâketi katladı. İnsanlar hiç bir yardım görmeden enkaz altında öldüler! Bu beceriksizliğin hesabını kim nasıl verecek, onu merak ediyorum.

Evet, o imar afları olmasaydı belki felâketin boyutları bu kadar büyük olmazdı. Güzel ülkemizi karanlığa götürmeye gücünüz yetmeyecek.'

--Bana zaman zaman hışımlı mesajlar gönderen ve benimle aynı değerler sistemine bağlı olmadığını hissettirmeye çalışan bu okuyucu, bu satırları deprem bölgesinde yıkıntıların içinden insanları kurtarmak isterken, faciadaki yardım çığlıklarını, iniltileri duyarak mı yazdı, bilmiyorum. Ben kendi adıma, ülke içinde ve dışında nice büyük depremleri gördüm, bir kısmında sağlık personeli olarak da günlerce insan kurtarmaya çalıştım. Bu depremde ise, ileri yaşlılıkla fazla bir işe yaramamak endişesi ile bölgeye gitmedim.

Hedefim de kimseyi suçlamak veya yüceltmek değil.

Ama Muhalefet liderlerinden bazılarının, dünyada örneği gerçekten de çok az olan böylesi büyük bir felâketi bile küçültmeye çalışmalarını ayıplıyorum. Devlet ise, depremin meydana gelmesinden 1,5-2 saat sonra felâket bölgelerine ulaşmak için var gücüyle harekete geçti. Ama Yunanistan büyüklüğünde bir coğrafyada Adıyaman'dan Malatya, Elbistan, Maraş, Anteb, Islahiye ve Osmaniye'ye kadar her yerde, ulaşım yolları (kara ve demiryolları) ve de hava alanları da uçakların inmesine izin vermeyecek derecede bozulmuştu. Üstelik de, ilk depreme yardım etmek için çırpınan herkes, AFAD, Askeriye ve Sağlık elemanları, Emniyet güçleri ve diğer kurtarma ekipleri yıkıntıların altından insanlara ulaşmaya çalışırken. Yolların bozulmuş olması hasebiyle, iş makineleri ve vinçler ve diğer zarurî araçlar bile felâket bölgelerine ulaşamıyorlardı. Üstelik o ilk depremde yıkıntıların altından insanları kurtarmaya çalışırken, ikinci bir depremle, ayakta kalabilen nice binalar da yıkılmış ve o kurtarma ekiplerinden yüzlercesini de yutmuştu. Ve 14 milyon insanın hayatı alt-üst oldu, 85-90 milyonluk ülke de.

Efendi, sadece askerlerden o yıkıntılar altında can verenlerin sayısı 100'ü, emniyet personelinin sayısı 225'i ve sağlık personelinden de 530'u aştı.

Haberiniz var mı bundan? Siz hâlâ, 'Seçimde şöyle olacaksınız- böyle olacaksınız.' deyip durun; insanı ve ülkeyi o anda andaki büyük felâketten nasıl kurtaracağının hesabını yapmayı asıl hedef olarak belirleyenler ise, o acıların içinde kan ve gözyaşları ve dualarla nice canları kurtarmaya çalışıyorlar, hâlâ da.

10 ilin büyük merkezlerinin en azından yüzde 50'si, bazı yerlerde yüzde 75'i yerle bir olurken ve de Suriye'de depremde can verenlerle birlikte şu anda 52 bin insanın can verdiği bir felâketten söz ediyoruz. Ve yıkıntıların yüzde 90'ından fazlası da 1999 Depremi'nden önceki kanunlara göre yapılan binalar. Ve son 15-20 yılda yapılan 130 bin kadar TOKİ evlerinden ise, en küçük bir çatlak bile bulunmamış.

Belki, on binlerce cansız beden daha çıkacak yıkıntılar altından... Bırakalım, suçlu aramayı da, -çünkü, kusurlu olanlar, tedbirleri almayan hepimiziz- her birimiz, nihaî hesabı vereceğimize inandığımız hangi en yüksek merci varsa, hesabımızı ona verecek şekilde davranalım, siyasî hesaplarla değil, insanî bir hassasiyetle sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışalım.

*Amasya'dan Kemal Uncuoğlu, 'C. Başkanı Erdoğan'ın imzasıyla 4 Şubat 2022 tarihli yazısında, İskenderun'un bazı mahallelerinin riskli alan ilân edildiğine dair 16/9/2013 tarihli Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırıldığını sosyal medyada okudum. Haklı olarak, 'o önceki riskli alan nasıl olmuş da, risksiz hale gelmiş.' demekten kendimi alamadım. Ne dersiniz?' diyor.

*Evet, zâhirine bakarsanız, dediğiniz gibi. Ama o mahallelerin muhtarlarının Danıştay'da açtıkları davâlarla o kararı, yıllar boyu durdurup, sonunda da davâyı kazandığını ve o hukuk zaferini davul-zurnayla kutladıklarını da biliyor muyuz? Şimdi o kişiler, 'suçlu varsa, Danıştay'dır; biz hakkımızı koruduk.' diyorlar. Danıştay ise, sus-pus! Evet, yargı da hesabını yargıda verebilmeli.