Okuyucularla Hasbihal: Evet, muhabbetimizi de, karşıtlığımızı da aslî inanç değerlerimiz üzerine, bilgi ve şuûrla oturtmalıyız!

*Erzincan'dan Hasan Şıhoğlu isimli okuyucu mesajında özetle diyor ki: 'Âşûrâ ve Kerbelâ konusunda yazdıklarınızı okudum. Ben genel olarak 'Alevi kültürü' denilen bir sosyal atmosfer içinde büyüdüm. Ama belirteyim ki, aile çevremiz olarak, namaz- niyazla ve hiç bir şer'î gereklilikle işi olmayıp, kendilerini 'Alevî' (Ali'yi seven ve Ali tarafdarı) diye gösterenlerden değiliz.

Yine de sizin anlattığınız konuları böylesine dakik olarak ele alan bir yazı okumamıştım. Teşekkürler.. Çünkü biz genel olarak, çocukluktan itibaren Kerbelâ denilince, daha çok da 'ağlama'ya kurgulanmış bir örf ile yetiştirildik. Çünkü o kelime bile bizim ağlamamıza yetiyor.. Yani duygu seli, düşünce yapımızı çör-çöp içinde bırakabiliyor.

Kerbelâ konusundaki ikinci yazınızın sonundaki tavsiyelere de can'u gönülden katılıyorum. Hz. Ali'nin kendisinden önceki 3 Halife'ye hep danışman ve yardımcı olduğu ve o 3 Halife'nin 25 seneyi geçen yönetimleri boyunca onlara hiç bir zorluk çıkarmadığı ortada iken, 'Bize ne oluyor ki, böyle onların isimlerine bile tahammül edilmiyor..' dediğimizde; bazıları, 'Ali Efendimiz, o günün şartlarında Müslümanların birbirleriyle uğraşmasını Müslümanların maslahatına uygun bulmadığı için öyle davrandı' diyorlar..

O zaman ben ve benim gibi düşünenler de onlara, 'Öyleyse, niye Ali'den de çok Ali'ci oluyoruz?' dediğimizde de, 'Siz başkalarının etkisinde kalmışsınız' diye uzaklaşıyorlar bizden..

Hâlbuki doğru bir takım sözler kimden gelirse gelsin, onu kabul etmek, aklın, mantığın, insafın gereği değil midir?

Bize en çok sorulan ve söylenenler de var elbette.. Meselâ, 'Niye Bekir, Ömer, Osman veya Ayşe..' gibi isimler koymuyorsunuz?' sorusu oluyor. Söyleyecek söz bulamıyor ve gerçekten de 'Ali'den daha çok Ali'ci', oluyoruz. Hâlbuki Hz. Ali'nin kendisinin, Hz. Fâtımâ'nın vefatından sonraki evliliğinde dünyaya gelen çocuklarından birisine 'Ömer' adını verdiğini de biliyoruz.. Sizin yazınızda da belirttiğiniz gibi evet, 'Cemel Vak'ası' cereyan etmiş ve binlerce Müslüman birbirine kıymışlar. Ama Hz. Ali Efendimiz, muharebe sonunda yenik düşen Peygamber hanımı Aişe'yi, cezalandırmak ne kelime, bir de ihtiramla göndermiş Medine'ye.. Bunları, 'Biz gerçek Alevi'yiz' diyenlerimiz düşünmeliler..

Bu arada, bir de her taifenin içinde olabilecek, din-iman tanımaz, laik kafalı, içkici, namazsız-niyazsız, sapkın kimselere bakarak, o sosyal kesimin bütünüyle suçlanmasının mâkul olmayacağı, bu gibilerin Alevî olmayan diğer Müslümanlar içinde de az olmadığı ortada olduğu gibi, bir de bizim hepimizi bir sepete koyup, hepimize çürük yumurta gibi muamele edilmesini, hakkımızda yalan-yanlış ve edep-dışı hikâyeler uydurulmasını doğru bulmuyoruz.

--Evet, bu okuyucunun sözlerine ben de yürekten katılıyorum. İslâm kardeşliğine ve birliğine inanan her bir akl-ı selîm sahibinin bu noktalara olanca hassasiyetiyle dikkat etmesi gerekiyor.

Düşünebiliyor musunuz, bu satırların sahibi bir gün, şiî Müslümanların arasında namaz kılarken, elini bağladığını gören birilerinin, 'Efendi, namaz kılıyorsun, iyi de, siz niye Âl-i Muhammed'e, (Peygamber Nesline) ve Peygamber Ehl-i Beyti'ne küfrediyorsunuz?' demesi karşısında şoke olmuştu..

'Bunu nereden çıkarıyorsunuz?' dediğimde, 'Bize çocukluğumuzdan beri böyle öğrettiler.' demiş ve onlara, teşehhüd esnâsında okuduğum 'Allahumme salli ve Allahumme bârik' dualarında, sadece 'Âl-i Muhammed (Muhammed Nesline) değil, Âl-i İbrahîm'e (İbrahim oğullarına) da salavatlar getirdiğimizi söylediğimde, karşımdaki zat, önce inanmakta zorlanmış ve sonra 'Öyleyse siz necîs (pis) değilsiniz..' demiş ve beni kucaklamıştı, gözyaşları içinde.. Kaldı ki, Peygamber Ehl-i Beyti'ne ve Peygamber nesline hakaret eden kim olursa olsun, her Müslüman onu tel'in eder, karşı çıkar, ahlâksız ve necîs kabul eder..

Evet, Müslümanlar birbirleri hakkında çok daha sağlıklı bilgiler edinmeye, yalan ve yanlışlardan, gelenekleşmiş örf ve âdetlere dayalı anlayışlardan kaçınmaya mecburdurlar.

*Danimarka- Kopenhag'dan, Manisalı Ahmet Tuğlacı isimli okuyucu ise, o ülkede resmî himaye ile yaygınlaştırılmaya çalışılan 'Kur'an yakmak' alçaklığına karşı, orada nasıl bir tepki koymak gerektiğini soruyor ve bazılarının, 'Biz de onların kitaplarına ve peygamberlerine zarar versek, nasıl olur?' dediklerini aktarıyor.

-- 30 yıla yakın zamandır Danimarka'da yaşadığını söyleyen bu okuyucumuza belirtelim ki, o gibi tahrikler karşısında buğzumuzu -hıncımızı sözlü veya yazılı olarak dile getirebiliriz, ama fiilî bir eylem ve itiraz'a başvurmanızı asla tavsiye etmem, şahsen..

Hem, 'Onlar bizim kitabımızı yaktılar, öyleyse biz de onların kitabını yakalım, kutsallarına saldıralım, zarar verelim..' diyemeyiz. Bu, bizi ısıran köpeği ısırmaya kalkışmamız gibi bir saçmalık olur.

Kaldı ki bizim, başka dinlerin kutsallarına, kitaplarına veya aziz bildiklerine hakaret etmememiz; bizim şahsî meziyet ve faziletimizden değil, inancımızdan kaynaklanır. Çünkü bütün ilahî peygamberler (enbiyaullah), bizim de peygamberlerimizdir ve onların eliyle insanlığa sunulan Tevrat, Zebur ve İncil gibi kitabların, tahrif edilmemiş aslî şekilleri ilâhî olduğundan, o kitabların aslına da iman ederiz ve bunu 'Amentü'yü okurken, devamlı tekrarlarız..

*Muğla-Fethiye'den, tarih ve sosyoloji konularında kafa yorduğunu belirten Ahmed Eğribozlu diyor ki: '100'üncü yıldönümü dolayısıyla Lozan Andlaşması' konusundaki değerlendirmelerinizi dikkatle okudum. Çünkü benim de üzerinde epeyce kafa yorduğum bir konuydu.. Genelde, benim ifade etmek istediklerimi yazdığınızı da gördüm..

Bizim ailemiz, 'mübadil'lerden.. Eğriboz adasından getirilmişiz..

Bu 'mübadil' ve 'mübadele' kelimelerin yeni nesiller bilmiyorlar, 'O da ne demek?' diyorlar. Evet, 'iki taraflı, karşılıklı değiştirilenler..' mânâsını söyleseniz bile, bu sefer de uzuuun tarihî konulara girmek gerekiyor.

Yani, Balkanlar'da 500 yıl kadar yaşayan Müslüman cedlerin çocukları, buralara getirildi.. Buralarda olan Rumlar da oralara gönderildi. Biz oradan menkul, /taşınabilir nelerimiz varsa getirmişiz; onlar da buradan neleri varsa götürmüşler.. Yaklaşık 2 milyona yakın insan o tarafdan bu tarafa veya bu taraftan o tarafa göçtüler. Sadece Gümülcine, İskeçe gibi şehirleri içine alan Batı Trakya Müslümanları ile İstanbul Rûmları yerlerinde kalmış.. Onun da, bir gün gelir, belki İstanbul'da Rum nüfusu lâzım olur düşüncesiyle öyle düzenlendiğini Yunan kaynaklarından okuyoruz.

Bu 'mübadele', İngiltere'nin dayatmasıyla imzalatılan Lozan Andlaşması sâyesinde oldu ve yazık ki, 500 seneye yakın bir Müslüman şehri olan Selânik bile söz konusu edilemedi. Selanik'te, 200'e yakın câmi kayıtları varken, bugün hiç!. O 450-500 yıllık mâziden geriye, bir çeşme ve bir de küçük mescid kalmış..

Yunanlılar ise, o savaştan önceki durumlarını, bir de daha da büyütmüşlerdir. Ve onlara bu imkân, İngiliz emperyalizmi tarafından, Hristiyan dünyasının kültürel kodlarındaki derin etkileri dolayısıyla, 2500 yıl gerilerden gelen tarihlerine olan hayranlığın karşılığı olarak sunulmuştur.

Şahsen diyorum ki, savaşta galip gelen emperyalist dünya, bizi bir 'ulus-devlet' haline getirmeyi gerekli görmüştü. Hâlbuki savaşta yenilmeyi daimî bir andlaşmaya dönüştürmek, bütün gelecek nesillerin duygu ve düşüncelerine de gem vurmak değil midir? Bu zorlamayla gerçekleştirilen bu sosyolojik yapının ilânihaye devam edeceğini düşünmüyorum. Bir kısım ünlü tarihçiler bu Lozan ebedîdir deseler de..

--Bu okuyucunun de ele aldığı gibi konu, evet, tartışılması gereken bir konu.. Konu, etnik kavgalara değil, dinî ve kültürel zıtlaşmalara dayanıyor. Bunu, D. Sotiri ya da Kazancakis gibi Rum yazarlarının kitaplarında işlenen konularda da görmek mümkündür. Bütün Avrupa'nın antik Grek kültür ve medeniyetine ve Yunan mitolojisine hele de son 250-300 yıldır nasıl bir hayranlıkla baktıklarını görürsek, alınacak dersler var elbette.. Ama daha da açık ve acı olan, Anadolu'da laik temeller üzerine bir 'ulus-devlet' kurmaya karar verdirilenlerin antik Yunan kültür ve medeniyetine hayranlıkta, Avrupalılardan geri kalmadığı gerçeğidir. Yüz yıllık eğitim ve kültür siyasetimiz maalesef bu temel üzerine oturtulmuştur; ateistliğini gizlemeyen Tevfik Fikret'in dünya tasavvuruna göre..

*Bursa'dan Celâl Süngü isimli okuyucu ise, benzer bir konuya değinmiş, 'Lozan'ı eleştirenlerin, Sevr Andlaşması tarafdarı oldukları' gibi bir takım suçlamalar yapılıyor, ne dersiniz?' deniliyor..

--Bu okuyucuya belirtelim ki, biz yazılarımızda Lozan'ı, 'hezimet veya zafer olarak değil, Birinci Dünya Savaşı sonunda bir ağır yenilginin sonunda, yangından ilk kurtarılacaklar..' anlayışıyla kabullenilmiş bir anlaşma olarak değerlendirdik.

Sevr'e gelince.. Sevr Andlaşması, evet, Mondros Mütarekesi'nden sonra Osmanlı murahhasları tarafından imzalandı, ama Sultan Vahiduddin Sevr'i imzalamadı, yani tamamlanmamış bir andlaşma metni olarak kaldı ve Vahiduddin'in onu kabul etmemek için aldığı kararlardan birisi de, emrindeki bir paşa olan M. Kemal'i -bizzat M. Kemal'in belirttiğine göre-, 'Paşa, istersen memleketi kurtarabilirsin..' diyerek Samsun'a göndermesiydi.

Ama sonrası kontrol başkalarının eline geçti.