Okuyucularla Hasbihal: Spor, tabiî çerçevesinden çıkarsa, siyaset konusu olması kaçınılmazdır

Pazar günlerini okuyucuların görüşlerine tahsis ettiğimiz hasbihal'in bir diğerine daha başlarken, muhterem okuyucularımızı selamlıyoruz:

*İstanbul'dan Neriman Köksal isimli hanım kardeşimiz diyor ki: 'Ben üniversitede tarih bölümünü seçtim, Osmanlı tarihini.. Bazı zaferleri okurken, elbette gurur duymuş ve bazı ağır yenilgiler karşısında da saatlerce gözyaşı dökmüşümdür. Her ne kadar, çevremizde bazan, 'Tarihte olup bitmiş, n'apalım yani..' diye geçiştirmek isteyenler olduysa da, ben yine de tarihi, sadece düne aid bir hadiseler yumağı olarak gören birisi değilim.. Sizin bir yazınızda başlık olarak kullandığınız, 'Tarih yalnızca dünümüz değil, bugün ve yarınımızdır da..' şeklindeki başlık, ben de öyle düşündüğüm için dikkatimi çekti..

Özellikle hele de son 300 yıllık tarihimizde öyle hadiseler var ki, zaferler vardır, sonu acı olmuştur; ya da bazı acı yenilgiler olmuştur, ama, sonra nice yeniden derlenip toplanmalara yol açmıştır.. Bunları yazmama ne mi sebeb oldu? Onu izah edeyim: Geçtiğimiz günlerde Türkiye ve Avusturya millî takımları, Avrupa Futbol Şampiyonası programı içinde karşı karşıya geldi ve Türkiye 2-1 kazandı.. Futboldan anlamasam da, ülkemin insanlarının kazanmasını elbette sevinçle karşıladım..

Ama, bir tarih Prof.'u, 'Viyana'nın 341 sene sonra fethedildiği'nden söz etmiş.. Evet, aynen böyle demiş.. Yani, 1683'deki 'İkinci Viyana Kuşatması' bozgununa gönderme yapmış.. 'Nükte yapmıştır diyecek oldum, ama, baktım, ciddî ciddî söylüyor..'

Koskoca bir tarih profesörüne yakıştı mı bu söz!.. Medya kuruluşlarının spor sahifelerindeki yorumcuların seviyesine düşmek değil mi bu?

--Evet, bu muhterem hanım kardeşimizin dile getirdiği konu, aslında toplumumuzun her kesiminde, sık sık görülen anormalliklerden birine işaret ediyor.. Gerçekten de, tarihi bu derece magazinleştirmek ve seviyesini bu kadar düşürmek, olacak şey değil.. Nihayeti, bir futbol karşılaşması..

60 yıl öncelerde de, 1964- Roma Olimpiyadları'nda ağır sıklet şampiyonu olan Cassius Clay isimli siyahî bir Amerikalı, hemen o şampiyonluğundan sonra, 'Ben artık Cassius Clay değilim.. 'Benim adım Muhammed Ali' deyince dünyanın sadece spor çevrelerinin değil, bütün dünya kamuoyunun da dikkatini çekmişti.. Ve elbette özellikle Müslüman halklar , o zamana kadar pek ilgi duymadıkları boks sporunu bile heyecanla takib etmeye başlamışlardı..

Ve hele de, Muhammed Ali'nin boks maçları gençlik yıllarımızın heyecan kaynaklarından birisiydi.. Buna bir de 1973'den sonra ülkeye televizyon da gelince, onun Amerika'daki maçları, burada gece yarısından sonraya rastladığından, televizyonu olmayanlar , televizyonu olan komşularına giderlerdi, gece boyu ve onun zaferi için dualar edilerek seyrederlerdi, heyecanla.. Buna bir de (merhûm) Muhammed Ali'nin sevimli hareketleri ve boksu barbarca bir kavga değil, bir müzik parçasını dinleyenlerin zarif hareketlerini andıran davranışları içinde yapması eklenince; seyrine doyum olmazdı..

Ama, o zaman da, Muhammed Ali'nin zaferi, İslam'ın zaferi gibi değerlendirilirdi, âvam / halk arasında ve, bu değerlendirmenin yanlışlığını kaleme alıyorduk o zamanlar da.. Çünkü, 'Muhammed Ali yenilebilirdi de.. O zaman, o yenilgi İslam'ın yenilgisi mi sayılacak?' diyorduk. Nitekim bir defasında M. Ali de nakavt olmuştu..

Evet, spor karşılaşmalarında, taraf tutulur ve herkes kendi tuttuğu tarafın kazanmasını ister. Ama, bunu bir savaş havasına taşımanın mânâsı var mıdır?

--Almanya- Frankfurt'tan Ali Osman Tunaboylu isimli okuyucu da, 'Türkiye -Avusturya maçında 2 gol atan bir oyuncunun, maçtan sonra el parmaklarıyla 'kurt başı' işareti yapmasına biz çok fazla bir önem vermedik, sonra gürültüler koparılınca, o zaman da gülüp geçtik, ama, Almanlar bunu çok büyüttüler; doğruu.. Ama, Türkiye medyası da işi abartmadı mı? Yok efendim, hem de İ. Ortaylı isimli tarihçi bile, bu kurt efsanesini türk kavminin sembolü olarak niteledi; kimileri de neredeyse kurt ve kurt başı işaretini kutsarcasına acaip yorumlar yaptılar..' diyor..

--Evet, bu okuyucunun yazdıklarını da bu kadarca özetleyebildik.. Doğrudur, konu, tabiî çığırından çıkarıldı.. Yok, efendim, Orta Asya'dan çıkmak isteyen türk kavmi, masallarda Asena ismi verilen bir dişi kurdun öncülüğünde, 'Ergenekon' denilen dağlardan, vadilerden veya tünellerle filan geçmiş..

Evet, hurafeler, âvam'ın gıdasıdır ve hattâ bazan âvâm'ın inancı haline bile getirilebilir.

*Mardin'den Aziz Muhtaroğlu isimli okuyucu ise şöyle diyor: 'İran'da son 10 gün içinde yapılan iki seçim öncesinde de, sizin yazılarınızdan çok istifade ettim.. Ve dün, ikinci turda, Mes'ud Pizişkian, yüzde 54'e yakın bir oyla Cumhurbaşkanı seçildi.. Ama, sosyal medyada 'İran'da ilk olarak bir türk'ün bu en üst makama geldiği' gibi laflar edildi.. Bu doğru mu?'

-- Bir defa şu noktayı belirtelim aziz kardeşim, Büyük Selçuklu Devleti'nin de merkezi olan İran, bölgenin büyük coğrafyası ve derin bir medeniyet zenginliğiyle çeşitli kavimlerden oluşmuştur; Osmanlı gibi.. Şah'lardan da niceleri türk kavmindendi.. İran'ı, 500 yıl öncelerde zorla şiîleştiren Şah İsmail ve onun sülalesi olan Safevîler de bir Türk hanedanı idi. Sonra diğer şahlardan niceleri.. Afşar ve Qacar Hanedanları..

45 sene öncelerde gerçekleşen İslam İnkılabı Hareketi'nden sonra da, -şimdi 35 senedir, en üst makam olan Rehberlik makamındaki Seyyid Ali Khameneî de 1982-1989 arasında cumhurbaşkanı olan bir Türk idi.. Keza yine o dönemde, 9 yıl başbakan olan Mîr Huseyn Mûsevî de bir Türk idi ve daha niceleri.. İran'da etnik köken değil, İrancılık ve mezhebî birlik en önde gelen ölçüdür.

*