Müslüman dünyasının yığınla meselelerinden birisi de, halkının ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu için Müslüman ülke diye isimlendirilen 55-56 ülkesinin bunca parçalanmışlığına ve bölünmüşlüğüne rağmen, bu durumla yetinmeyip, birbirleriyle, başta psikolojik savaş olmak üzere siyasî, iktisadî, kültürel, hissî düşmanlıkları sürdürmekten meded ummalarıdır.
Meselâ, 400 yıl birlikte yaşadığımız nice Müslüman halkları aşağılayan bir dönem yaşadık, 100 yıldır.. 'Pis arablar.. Bizi arkadan vurdular..' diye.. Halbuki, hattâ Şükrü Hanioğlu, İlber Ortaylı ve diğer bir çok tarihçiler de, 3 yıl öncelerde Dolmabahçe Sarayı'nda tertiblenen Sultan Reşad Sempozyumu'nda, açıkça, Osmanlı'nın Arab diyarlarında, belki bir takım mahallî ve kabileler arası mücadeleler olduysa bile, Osmanlı'ya karşı -iddia edildiği gibi- 'kitlevî bir isyanın sözkonusu olmadığı'nı; tam tersine, Birinci Dünya Savaşı esnâsında Arab diyarlarında Osmanlı Ordusu'nda resmî olarak vazife alanlardan ayrı olarak, 90 binden fazla da 'gönüllü'ler bulunduğunu; kezâ, İngilizlerin Irak'da Osmanlı Ordusu karşısında binlerce kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldıkları 'Kut-ul'Amâre Muharebesi' sırasında bölgenin arab halkından 16 bin 'halk gönüllüsü'nün o savaşta fiilen savaştığını dile getirmişlerdi.
Halbuki emperial güçlerin telkıniyle sistematik hale getirilen her ülkedeki resmî ideolojiler, hele de son 100-150 yıldır, Müslüman halkların arasına düşmanlık tohumları serpmek için, halkların diline 'pis arab, pis türk, pis kürd, pis şiî, pis sünnî' gibi karşılıklı hakaret sözlerini etnik tahrikler için tarafların dil ve günlük konuşmalarına planlı şekilde yerleştirdi. Dahası, İstanbul'da birileri siyah köpeklerine 'Arab- Arab..' diye çağırırken, Kahire'nin zengin kesimlerindekilerin dilinde, bu çağrı, kendi 'kelb'leri için seslenmelerde 'türk'e dönüşüyordu..
İran, Osmanlı ve bugün Türkiye konusunda da benzer basitlikler sahnelenmek isteniyor. Bunda şaşılacak bir şey yok.. Sadece, İslâmî hassasiyet ve basireti olanların bu oyunlara âlet olmaları şaşırtıcıdır.
Arab dünyasında yıllardır, 'İran, İsrail'den bile tehlikelidir..' lafı, bizim toplumuza da yansımaya başlamadı mı?
Halbuki, bir takım ciddî sıkıntılar olsa bile, İslâm Milleti'nin bir parçası olan bir halk ve Müslüman coğrafyalarının asırlarca en mümtaz bir sahnesi olan İran coğrafyası nasıl böyle, emperial ve şeytanî güçleri sevindirecek şekilde değerlendirilebilir?
Evet, İran'ın kendi iç meseleleri de var başında..
Nitekim, İran, 16 Haziran'da yapılacak yeni Cumhurbaşkanlığı seçiminin havasına girmiş bulunuyor bugünlerde.. İç kamuoyu en çok bu konuyla meşgul..
Ama, 40 yılı aşkın zamandır, Filistin konusunu ve sionist İsrail rejiminin hayatına son verecek nihaî darbeyi vurmak üzere oldukları gibi iddiaları dilinden düşürmeyen bir İran'ın, bu son sionist haydutlar rejiminin Gazze Saldırıları konusunda neredeyse sessiz kalması ilginç değil mi?
Hattâ, 40 yılı aşkın bir zamandır Ramazan'ın son haftasında tertiblenen Kudüs Günü gösterileri, yapılmış gibi gösterilmek istenmişçesine sönük geçti.. Bazıları, bunu İran'ın, nükleer teknoloji konusunda Biden Amerikası'yla anlaşmaya varmak üzere olduğu ihtimaliyle izah ediyorlar.
İran'daki sistemin en üst noktasında bulunan İnkılab Rehberi S. Ali Khameneî'nin, İsrail rejiminin saldırıları üzerine, 11 Mayıs günü yaptığı konuşmadaki, 'Sionistler sadece güç dilinden anlar. O yüzden Filistinlilerin kendilerini güçlendirmeleri gerekiyor. (...)' şeklindeki sözleri, her zaman söylenenlerin tekrarı mahiyetindeydi.
Ama, İran medyası da, neredeyse kenarından teğet geçti, bu korkunç saldırıların..
Dahası, Türkiye C. Başkanı Tayyib Erdoğan'ın halkı Müslüman ülkelerin bir çoğunun liderleriyle ve ayrıca, Putin, Merkel, Papa Franciscus gibi isimlerle bu konuyu günlerce müzakere etmesi İran'da bazı çevreleri rahatsız etmiş gibiydi. Erdoğan'ın Halifeliği ve Yeni Osmanlılık siyasetini ihya etmek istediği yönündeki iddiaların sık sık dile getirilmesi, en mâsumu..
'Bu durum sadece, İran'ın iç ve dış siyasetindeki bazı çetrefilli konulardan dolayı böyle..' diye izah edilebilir mi?
Halbuki, 15 sene önce, İsrail rejimi Güney Lübnan'daki Hizbullah mevzilerine, topyekûn bir saldırıya geçtiğinde, 34 gün süren o savaş sırasında Müslüman halkların hemen herbirisi, Hizbullah'ın destekçisi ve duacısıydı.
Şimdi ise, bütün gücünü Suriye'de Beşşâr Esed rejimini korumak için harcayan İran'ın ve Lübnan Hizbullahı'nın, İsrail rejiminin son barbarlıklarına uzaktan bakması nasıl yorumlanmalı?
Birçok arab rejiminin başındaki kukla yöneticilerin, diktatörlerin ve onların emrindeki medya kuruluşlarının, sionist İsrail rejiminin ve arkasındaki emperial güç odaklarının, Kudüs, Mescid-i Aqsâ ve Gazze'ye ve savunmasız, ordusuz, işgal altındaki Müslüman halka barbarca saldırılarına bu kadar ilgisiz kalması, anlaşılabilir, ama, İran'ın tutumunu, sadece devletler arası güç yarışı veya mezheb farklılığı gibi gerekçelerle izah etmenin hiçbir mantıkî izahı yoktur.
Sadece İran'ı suçlayanlar değil, bizzat İran'ın halkını yönlendirmekte liderlik edenler de dünyasının bu büyük 'açmaz'ını derin bir nefs muhasebesiyle anlamaya ve çaresini bulmaya çalışmalıdır.
Çünkü, İran, Müslüman dünyasının terkedilemez ve vazgeçilemez bir mütemmim cüzü/ tamamlayıcı parçasıdır.